Sayfalar

Instagram'e İthafen

Instagrama bakıp içinde yüzülen lüksü, çıkılan seyahetleri, giyilen kıyafetleri, poz poz fotoğrafı çekilen yemekleri hatta ve hatta gözümüze sokulan estetikli güzelliği kıskananlardan mısınız? Korkmayın itiraf edin. Çünkü hissettikleriniz yalnızca size ait duygular değil. Öyle bir zaman ki herkes her şeyini birbirinin gözüne sokmakla tatmin oluyor. Bir mekana gidiyoruz yediklerimizden içtiklerimizden tat almak yerine instagramlık fotoğraf çekmeye uğraşıyoruz foursquare açıp yer bildirimi yapacağız, twitterda geçirdiğimiz eğlenceli gece hakkında yorumlarda bulunacağız diye göbeğimiz çatlarken iki lafın belini kıramıyoruz doğru düzgün.
Kafamı nereye çevirsem ön kameradan kendi fotoğraflarını çeken insancıklar. Ev, araba, okul, sokak, uçak, otobüs, tuvalet banyo... Tüm evrene yetecek sayıda fotoğraf çekilmiştir bence.
Eskiden yani ben çocukken babam sokakta bir şey yememi istemezdi diğer çocukların da canı çeker evde ye kızım derdi. Ciddiyim. 20 yaşındayım ve ben bile medeniyetin çok fazla bencilleştiğini düşünecek kadar mukayese yapabiliyorum anılarımla. Şaşaa, abartı genelde doğulunun sevdiği bir mefhumdur ama artık dünyanın herbir yerinden gösteriş budalalığı sendromu yayılıyor. En güzel benim! En seksi benim! En zevkli benim! En zengin benim! En maceracı benim! En entelektüel benim! En mutlu benim! En protest benim! En grotesk benim! En mükemmel benim anlıyor musunuz benim! Renkli kişiliğim sanatsal estetik anlayışımla ben birinciyim!

Başlıkta Özetlenecek Ana Düşünce Yok

     Psikolojide benim önceden fark edip saçma bulduğum konuları şimdi derste görüyoruz ve hoca da mantıksız olduğunu söylüyor. Benimle aynı şekilde eleştirdiğini görmek nassıl mutlu ediyor nassıl anlatamam. Mesela evrimsel psikoloji kuramlarının gerçekten uzak çok seksist, freudun bazı kavramlarının fazlasıyla fantazik olduğunu falan anlattı. Aslında fizyolojik ve genetik olarak çoğu bakımdan kadının erkeklerden daha şanslı olduğunu gerekçeleriyle öğrendik.
Eş seçimi için kadınların öncelikli olarak paraya erkeklerin salt dış görünüşe önem vermesi falan gibi gayet yüzeysel argümanların insanların bilişsel yeteneklerini ve karmaşıklığını küçümsediği konusunda hemfikiriz. Bu arada piyasada feromon parfümleri satılıyor sakkın sakkın aldanmayınız! Çünkü insanlar feromon salgısının kokusunu algılayamıyorlar burunlarında hayvanların aksine vomeronasal area denilen yer yok.
     Gelişim psikolojisine giren kadın harika resmen ya dersi bitsin istemiyorum tenefüse çıkmayalım o anlatmaya devam etsin istiyorum. Hatta arkadaş olalım istiyorum. Evet bazı hocalarımla oturup saatlerce konuşasım var. Zaten çoğu psikolog yani tam dertleşilecek insanlar :D Bizim okulun sıradan insanları ilgimi çekmiyor doğal olarak ama hocalar öyle miii. Fransızcacılarımı da çok seviyorum oturup günlük hayattan konuşuyoruz hayatlarını anlatıyorlar mesela Fransanın Türkiyeyle benzerlikleri farklılıkları, yeme alışkanlıkları, giyinme tarzları, eğitim sistemleri vs. İnkilap hocam bile çok tatlı arada gidip kadına sarılıp "ne kadar iyisiniz!" demek istiyorum. Bilirsiniz genelde inkilapçılar koyu milliyetçi olurlar ama bu kadın içlerinde olabilecek en sağduyulu insan. Azerbaycanlı olmasından dolayı tatlı bir konuşması var bir de. İşte böyle amaçsız sonuçsuz sadece bu aralar ne düşündüğümle ilgili bir yazı çıktı ortaya. Projelerden sunumlardan başka bir şeye vakit kalmıyor kendi hobilerime de vakit ayıramıyorum böyle giderse düz insan olup çıkacağım.

Gariplik

Şimdi size nev-i şahsıma münhasır olduğunu sandığım bir garipliğimden bahsedeceğim.
Ne zaman beni heyecanlandıran bir klip izlesem bir müzik dinlesem veya ikisini birden yapsam ağlamakla gülmek arasında kalıyorum. Laf olsun diye söylemiyorum ciddi ciddi yaşıyorum bunu. Sırf arka plan melodisinden etkilendiğim için saçma sapan filmlerde gözlerim doluyor mesela ama aynı anda sırıtasım da geliyor.
Sonra koridorda koşturup, dışarıdan garip görüneceğine emin olduğum bir takım hareketlerle odamın bir ucundan diğer ucuna dans eder gibi gidip geliyorum bu esnada çoğunlukla hayallere kapılmış oluyorum. Ama süreç tamamen otomatik gelişiyor sanki kendimi kaybediyorum. Evin içinde annem babam falan varsa n'oldu hayırdır bakışlarını atıyorlar.
Zaten ne zaman heyecanlansam koşmaya başlıyorum dışarıdayken bile.
Sonra bir de yanımda biri bir müzik aleti çalıyorsa ya da enstrumental konser bir şey varsa bir yerlere saklanıp kikir kikir gülesim geliyor. Ayıp olmasın diye sırıtmamı zor engelliyorum.
Ne tür bir deliysem artık.

Mesela Saç Tebeşiri

Oha ne kadar değişik şeyler varmış ben türkiyede görmedim hiç bunlardan. 3. dünya ülkesi insanı olmak pek heyecan verici olmuyor. Meh 

Zizigo

Şimdi bambaşka bir konuyla karşınızdayım. Kızmasam yazmazdım ama ben ki online shopping konusunda aşmış uluslararası sitelere (asos, romwe, etsy, e-bay) bile üye biriyim, türk alışveriş sitelerinin bazılarındaki kalitesizlik dizayn ve işleyiş hataları en çok da yetersiz müşteri hizmetleri sinirimi bozuyor.
Zizigo'dan örnek vereyim, bilindiği gibi kapsamlı bir ayakkabı-çanta sitesi. Ürün yelpazesi geniş ama buna aldanmayın. Zira ne zaman bir ayakkabı seçsem asla 37 numarası bulunmuyor. Bir kaç hafta aynı ürünü kontrol ediyorum. Hiçbir zaman stok sayısı değişmiyor. Oysa butigo, modagram, enmoda gibi süreli butik kampanyaları yapmayan e-ticaret sitelerinde arzu ettiğiniz taktirde istenilen bedenin ne zaman geleceği hususunda mail gönderilerek bilgilendirme yapılır. Çünkü o ürün haftalardır senin vitrininde duruyorsa tedarik etmek durumundasındır!
Neyse onu geçtim daha demin sepetime sadece 37 numarası kalmış bir ayakkabı aldım, kredi kartını bulmaya odama gittim döndüğümde bir baktım ki işlem yapamıyorum çünkü YETERSİZ STOK! Dalga mı geçiyorsunuz adam mı seçiyorsunuz?! Hayır bir de avea kampanyası var diye mesaj gönderdim lira harcadım falan filan.
Müşteri hizmetlerini aradım belki bir yanlışlık olmuştur, olmadıysa da en azından tavsiye taslağı yazdırayım da tekrar böyle nahoş tecrübeler yaşamayalım diye. Kız adımı soyadımı ürün kodunu aldı sonra stokta kalmamış dedi! Hadi canım!
Bu sefer ben de sepetime aldığım ürün nasıl tükenebilir diye sordum. Belirli bir zaman geçince dedi! Sahi mi!
Ne kadar bir süreden bahsediyorsunuz dedim. Süreyi bilecek yetkimiz yok dedi!
Hayır yani trendyolda markafonide bile sepetine aldığın ürün en az 15 dakika senin olarak kalıyor ki daha önce bahsettiğim gibi süre ve miktar kısıtlaması olan kampanyalar yapıyorlar.
Sonra kupon kodum boşa gitmesin diye diğer ayakkabılarda da uzun zamandır baktığım numaranın gelmediğini ve en azından geldiklerinde haberdar olmamızı sağlayabileceklerini düşündüğümü söyledim. El cevap; yetkimiz yok!
Hayır sen sitende insanların istekleri doğrultusunda değişiklikler yapmazsan böyle hiçbir işe yaramayan personelleri koyup adına da müşteri hizmetleri dersen elbette bir daha oradan alışveriş yapmam! Ayakkabı takıntısı olan bir müşteriyi kaybettiniz!
Bu yazıyı okuyanlara da tavsiyem alışveriş için sınırlı vaktiniz varsa Zizigodan uzak durmanız. Seçtiğiniz kriterlere uygun ayakkabıyı arattığınızda sonuçlar 10 sayfa çıkar ama kendi bedeninizde sadece 2 sayfa sonuç bulup hayal kırıklığına uğrarsınız ve istediğiniz numara için sürekli düzenli olarak kontrol etmekten başka seçenek de sunmazlar size!

Saçma Arapça İsimler

Havalı geliyor diye uyduruk isim konulmasını yine bir yere anlayabiliyorum da hem kulağa kötü gelen hem de çirkin anlamlı dinci veya köylü isimleri n'olcak? Dinci çünkü kuranı mır mır anlamadığı arapçasından okur. Köylü çünkü illa erkeğin anasının babasının adı konulması gerekir. Mesela yalancı manasına gelen kezban gibi. Ravza mezar. Aleyna üzerine. Rümeysa gözü çapaklı kadın. Gülsüm gariban. Ecrin ücret. Bekir deve yavrusu. Elif alfabenin ilk harfi. (ibranicesi Alef imiş ve erkeklere konulurmuş.) Bir de her türlü insanın kızına koyduğu Nisa ismi var ki ufacık bebeği kadın! diye çağırmak da saçmalığın daniskası.

"Chpli Belediye" Düşmanlığımın Kökenleri

Bundan birkaç yıl önce alt katımızda önceden dişçi olan ama biz taşındığımızdan beri kullanılmayan dükkanı üst kat komşumuz kreş yapmak niyetiyle satın almıştı. Fakat kreş yapmak için gerekli fiziki uygunluğunun olmadığını fark edip bu heveslerinden vazgeçmek zorunda kalmışlardı.

Bundan dokuz ay önceyse kreş yapamadıkları dükkana kiracı bulmuşlardı. Yeni kiracı alt katı pastane yapmayı planlıyordu ve fırınları için elzem olan baca var mı diye dükkanı ayrıca da bizim evi gezmişti. Annem ona apartmanda soba bacalarının çekmediğini anlatmıştı, zaten herkes ya doğalgaz ya da klima kullanıyordu. Sonra bir gün baktık ki bunlar taşınmaya başlamışlar, iyi hayırlı uğurlu olsun dedik. Gevrek falan da yaparlar belki sabah uzağa gitmemize gerek kalmaz hemen dibimizden alırız diye düşündük hatta. O zamanlar saf ve masumduk.

Gel gelelim rahatsızlığımız taşınmaları sırasında başladı. Sabahın köründe paldır küldür hamur makinelerini taşıyorlar tepsileri yerlere atıveriyorlar, fırını kapıdan sığdıramadıkları için iş makinesi çağırmışlar bağırışıp duruyorlar.
Harala gürele taşındılar bir şekilde işte neyse birkaç gün sabah yediden itibaren çok feci bir gürültü başladı insanlar koşuşturuyor makineler çalışıyor, fırınlarda kullanılan tekerlekli tepsi tıngırdaya tıngırdaya tüm dükkanı dolaşıyor, tepsiler bahçede birbirine vura vura temizleniyor ve dahası... İlk günler annem yerleşme telaşından bu kadar gürültü çıkardıklarına inandı beni de inandırdı fakat bitmek bilmiyordu gürültü. Ben sabahları sinir krizleri geçirerek uyanıyordum artık, demir sürgü kapıların paldır küldür açılmasıyla uyanıyor ve çalıştıkları süre boyunca asla tekrar yatamıyordum. Odamın tam altına hamur yoğurma makinesini koymuşlar gır gır sürekli çalışıyor, oturma odasından fırının sesi geliyor annemlerin odasındaysa ne işe yaradığını bilmediğim ayrı bir makinenin gürültüsü...

Annemle bağıra çağıra tartışıyorum bu kadarını yapmaya hakları yok şikayet edelim diyorum. Annem bir iki kez iniyor aşağıya, onu da yakında yolluk sereceğiz, tekerleklere plastik geçireceğiz deyip kandırıp yolluyorlar. Yılbaşından bir gün önce sabahtan başlayıp gece 12'ye kadar çalışıyorlar bu sefer babam sinirlenip konuşuyor tamam diyorlar ama kar etmiyor.
Şimdi kendinizi bir benim yerime koyun. Ne uyuyabiliyorum ne ödev hazırlayabiliyorum ne de kitap okuyabiliyorum gürültüden. 10-15 kadar çalışanı var adamın kimi türkü söylüyor kimi kapı açıyor kimi pencere kapatıyor kimi bahçede tepsi ovalıyor. Üstelik haftasonu da açıklar!
Zaten tüm derslerim ingilizce, metinleri türkçelerine kıyasla daha bir dikkatli okumam gerekiyor ama  radyoyu açıp bangır bangır türkü dinledikleri müddetçe mümkün değil!
7.30'da bir başlıyorlar 12-13 saat bazen de dediğim gibi gece yarılarına kadar imalat yapıyorlar! Bu arada pastane değil kuru pasta üretim müessesesi olarak kiralamışlar. Yani pastane olsa sabahtan ya da günün belli bir saatinde üretim yapacaklar fakat burada sürekli bir imalat sürekli bir koşuşturma var.

Bir gün sabah yine baş ağrısıyla sersem sersem kalkıyorum saçlarımı kafamın üstünde toplayıp anneme hadi gidip şunlara bu kadar erken başlamamalarını söyleyelim diyorum. Montumu giyiyorum aşağı iniyoruz annem merhaba diyerek giriyor içeri. Sahibi olan adamı buluyoruz ve yukarıyı evimizi işaret ederek "-burası ne iş yerine ne de sanayi sitesi nasıl bu kadar" dememe kalmıyor adam ben lafımı bitirmeden "benimle düzgün konuş!" diye uyarıyor beni. "Düzgün konuşuyorum zaten gayet" şeklinde cevaplar cevaplamaz "çıkın gidin dükkanımdan!" emriyle bizi kovuyor. "Şikayet edelim de görün" diye tıslayarak ayrılıyoruz oradan

Adamın bu derece pişkin bu derece kaba olmasını cahilliğine versek de yine de küplere biniyoruz tabii. Meğer adam cahil falan değilmiş karabağlar belediyesinde nüfuzlu tanıdığı varmış! O gün gayri sıhhi müessese ruhsatı için neler gerektiğini harfi harfine okuyorum ve hiçbir kriterin yerine getirilmediğini görüp rahatlıyorum. Karabağlar belediyesini arayıp ruhsatsız çalışıyorlar diye ihbarda bulunuyoruz. Geliyorlar işlem yapıyorlar sonrasında tekrar zabıtayı arayıp durumu soruyoruz şu gün encümen toplantısından sonra karar çıkacak diyorlar, denilen günde netice için tekrar arıyoruz encümenden nispet karar çıktığını bildirip bir de tarih verip o zamana kadar ruhsat alamazlarsa kapanacak diyorlar.

Şimdi herhangi bir fırın  işletmesi için en önemli olan şey baca. Fakat bunların bacaları yok. Kat mülkiyeti kanunu hiçe sayarak kimseden izin istemeksizin gecekondu tipi soba boruları döşediler apartmanın çatısına kadar. Apartman maliklerinin 4/5'inin izni olmadan ortak alanlarda herhangi bir değişiklik yapılması yasak bu yüzden yine belediyeyi yapı denetimi arıyoruz. Gelebilecekleri kadar geç gelip bacaları söktürüyorlar ve fotoğrafını çekip gidiyorlar.
Hı bu arada dükkan sahibi kadın geliyor kapıyı ben açıyorum annem babam evde yok diyorum bana elinde tarım - sağlık bakanlığınlığından alınan ruhsat tabelasını gösterip "o zaman söylersin bizim ruhsatımız var" diyor. Ben de o işletme ruhsatı değil diyorum. Kadın hiddetlenip hatta içeri girmeye çalışıp "benim kocam hukuk terk, size tazminat davası açacağız bizi şikayet edip duruyorsunuz, bize bir şey olmaz belediyede tanıdığımız var, kendinize dikkat edin" dedi. Ben de dalga geçtim sonuçta bacasız kurupasta fırınına ruhsat verilecek değildi ya! Ama verildi! Hatta tazminat olmasa da başka bir dava açtılar!
Bunlar kat kat dolaşarak apartman sakinlerinin kimine aspiratör yapacağız, kimine doğalgaz bağlatacağız kimine yalıtım yapacağız herkes kabul etti sizin de kabul etmeniz gerek şeklinde kiracılardan(kat maliki değil geçersiz) bile imza toplamışlar! Ama yine de oy çoğunluğu sağlayamamışlar.

Lakin biz umutluyuz çünkü apartmanın bacaları çekmiyor bunu bile bile kiraladılar ve dışarıdan baca yapacak kadar izin toplayamadılar. Evraklarını tamamlayana kadar aslında ruhsatsız bir dükkanın kapalı durması gerekirken işlerine devam ediyorlar buna rağmen sabrediyoruz nasılsa mühletleri dolacak ama terbiyesizler arada sinirlendirmek için laf atıyorlar extra gürültü yapıyorlar. Zavallı benim derslerim sınavlarım akşamsa bile her sabah metalik gürültüler, ibrahim tatlıses türküleri eşliğiyle uyanıyorum finallere gözlerim yana yana giriyorum.

Beklenen günden bir gün önce öğleden sonra zabıtalar gelip dükkanı mühürlüyorlar fotoğrafını çekiyorlar biz de seviniyoruz ediyoruz. Ve beklenen gün geliyor ve ta-daaa ruhsat alınmış!!! Sorumluluklarının bilincindeki karabağlar belediyemiz gelip hiçbir gürültü koku tahkikatı yapmadan ruhsatı vermiş gitmiş! Mühürlemeler ve çektikleri fotoğrafsa tamamen göstermelik, resmi belgelerde kapatıldı diye geçecek ya!
Ruhsat alındı peki nereden çıkartacaklar bu mazotlu fırının dumanını? Bu sefer izinsiz çatıya çıkıyorlar denemeler yapıyorlar olmuyor, tüm apartmanı tehdit ediyorlar dumanı evlerimizin içine vermekle. Ve yapıyorlar da!
Bir pazar günü annemle babam dışarıda ben evde tek başımayken zil çalıyor balkona çıkıyorum bir bakıyorum işletmenin sahibi herif.  Açmıyorum tabii ama biri açmış kapıyı tekrar çatıya çıkmışlar orada yine matkapla bir yerleri oyuyorlarmış.
Neyse akşamüstüne doğru birden evin her tarafını duman bastı ilk önce panikledim bir yerde yangın çıktı sandım oraya buraya koşuşturdum sonra kafama dank etti önce polisi ardından annemleri aradım. Komşuya çıkıp beklemeye başladım. Polislerin geldiğini görünce kapıyı açtım içeriyi gezdiler ettiler sonra aşağıdakilerle ne yaptıklarını sorarken annemler geldi orada bir tartışma başladı yine.
En sonunda karakola gidip şikayetçi olmaya gittik ifade verdim oradan zehirlendim mi diye kontrol için hastaneye gönderdiler. Birkaç test yapıldı o süre zarfı boyunca oksijen maskesi takmak zorunda kaldım vs. Savcılık şikayetimizi değerlendirip taksirle havayı kirletmekten kamu davası açmış, ekimde de onun duruşması var. Bu arada babam yönetici seçildi, dükkanın üst kattaki sahipleri bize küstüler kadın da dükkanda çalışmaya başladı ve hakkımızda olur olmadık söylentiler çıkardılar.

Apartman sakinleri bu olay vesilesiyle birbirlerini tanıdı ve yönetim toplantılarına eskiden hiç olmadığı kadar katılım sağlandı. Kimileri dükkanın tarafını kimileri bizi tuttu hararetli tartışmalar yaşandı. Göz göre göre nasıl onlara destek verdiler diye merak ederseniz dükkanı işleten karı kocanın ne kadar ikiyüzlü ne kadar palavracı ve hırslı olduklarını, milleti nasıl yalan yanlış şeylerle kandırdıklarını, kimi zaman ekmek parası diyerek kendilerini acındırdıklarını kimi zaman hepinize tazminat davası açacağız deyip göz boyadıklarını belirtmiş olayım.

Çareleri kalmayınca tekrar gri metalik renkli boru döşediler yukarıdaki birinin barbekü bacasından bağladılar. Biz de tekrar şikayet ettik belediye de tekrar gelebilecekleri en geç tarihte gelip boruyu yıktırıp fotoğrafını çekip gitti.

Biz de heyecanlanıyoruz çareleri kalmadı artık taşınıp gidecekler başka yere diyoruz. Sonrasındaysa şok oluyoruz! Artık baca maca kalmadığından tüm dumanı kokuyu olduğu gibi sokağa veriyorlar! Biz yaz günü kapı pencere açamaz hale geliyoruz. Gürültü derdinin üstüne bir de zehirli gaz ve geniz yakan koku geliyor mu geliyor! Bizim balkonlar pencereler is oluyor mu oluyor! Biz tekrar zabıtayı arıyoruz çevremizdekilere arattırıyoruz komşular da zaten kendileri için şikayet ediyorlar. Ama aylardır bir sonuç yok! Bu süre zarfında onlarca dilekçe verdik. Babam kaç kez randevu alıp belediyede başkan yardımcılarıyla, zabıta müdürüyle, imar müdürüyle konuştu. Ben sağlık bakanlığını, çevre bakanlığını, bimeri, itfaiye müdürlüğünü, il çevre müdürlüğünü ve şu anda aklıma gelmeyen bin tane yeri aradım. Çoğu gelip kontrol etti ama geri dönüşleri k-onuyu yetkili birim-e bildirdik şeklinde oldu. İlla mahkemeye vermek gerekiyor yani yasal sürecin de ne kadar yavaş işlediği malum. Üstelik masraflı da bir iş.
A bu arada onlar da apartmanın bacasını kullanabilmek için mahkeme açtılar, davalılar da apartman yöneticisi olarak babam ve polis emeklisi yaşlı bir amca. Aslında itfaiye gelip de baca için fizibilite yaparken dükkanın sahibi arzu hanımların evinden tıkanıklık olduğunu tespit etmiş. Fakat yenilettiklerini evlerinde duvarlarının kırılarak baca tamir ettirilmesine razı gelmedikleri için yine alavare dalavereyle işi üst kat komşularının üstlerine yıkmışlar. Babam bu iş için avukat tuttu iki bin lira ödedi, bahsettiğim emekli amca için falan da savunma yazıldı bla bla. Dava bizim üzerimizden düştü ama apartman bacasının kullanılmasında karar kıldı bilirkişi. Bittabi bilirkişinin raporuna itiraz edildi temyize gidildi.
Mantıklı geliyor mu yani bir binanın alt katında bacaların kullanılamadığını bile bile dükkan kiralıyorsun sonra apartmandakileri rahatsız ederek mahkeme açıyorsun insanların evlerinde tadilat tamirat yapmaya niyetleniyorsun sırf imar planında baca gözüküyor diye inat ederek. Sonra mağdur edebiyatı yapıyorsun ben buraya ne kadar para harcadım diye gelene geçene yakınıyorsun. Geçenlerde biriyle konuşuyordu belediyeye rüşvet vermekten yorulduk kendimize gelemedik falan diye.

Çoğu zaman çaresizlikten sinir krizi geçirmeme ramak kalıyor gerçekten ne istediğim zaman istediğim işi yapabiliyorum ne konsantre olabiliyorum ne de sıçramadan kendiliğinden uyandığım gün oluyor. Hepsi de rüşvetçi, izmirlinin ne sağlığını ne de huzurunu kıçına takmayan, umarsız karabağlar belediyesi yüzünden. Üstelik karabağlar izmirin en büyük ilçesi sınır komşusu konak diğeri de balçova varın siz düşünün kapsadığı alanı. Sıtkı Kürüm hakkında ayık dolaşmadığı söyleniyor. Ki bunu kendi ailesi chpye oy veren arkadaşım bile söyledi. Öbek öbek üşüşmüşler belediye kadrolarına, işini düzgün yapan memur kalmamış.
Mahkeme zamanını beklerken de şikayet üstüne şikayet yağıyor bu işletme artık hem sağlığa zararlı hem çevreyi kirletiyor (ruhsatı sadece apartmanın yapıldığı günden beri kullanılamayan bacasını göstererek almış) DEMİYORLAR.

Geçen hafta öğreniyoruz ki aslında mahkeme dükkan için ruhsat iptaline karar vermiş. Ama üzerinden haftalar geçmesine rağmen HARIL HARIL ÇALIŞIYOR. Hatta pazar günü bile çalışıyor! Zabıtayı arıyoruz hafta sonu çalışma ruhsatları yok diyoruz, devriyelerin İŞİ YOKSA gelip kontrol ederiz diyorlar. İşiniz ne lan sizin diyemiyoruz tabi. Allah belanızı versin. Tabi ki kimse gelmiyor. Siz İZMİRİN YAZINDA KLİMASIZ EVDE PENCERE AÇAMAMAK NE DEMEK BİLİR MİSİNİZ?
Taşınıp gidelim diyoruz ama evin kredisinin ödenmesine daha birkaç yıl var. Üstelik evimizi de seviyoruz daha taşınalı 3 yıl bile olmamış. Boşu boşuna masraf yapmak istemiyoruz.

Tutup bana her şehirde böyle bla bla diye martaval anlatmayın, şu çektiğimiz eziyet izmire sülük gibi yapışıp kalan, burası bizim kalemiz deyip kaybetmekten korkmayan malum partililerin ve bu mantığı besleyen yobaz izmirlinin hareketleri sonucudur. Size izmirlinin hayatını cehenneme çeviren bin tane eksik sayabilirim. Siz de bana istanbulunkileri sayarsınız. Ama ben metro çalışmasını trafik sorunlarını çukurlu yollarını falan geçtim gerçekten mükemmellik arayışım yok ama BU KADARI FAZLA. Gerçekten ya bizimle dalga geçiyor gibiler. Kaç aydır sinirlerim laçka oldu oturup beklemekten başka yapacak bir şeyimiz de yok. Aynısı sizin başınıza da gelebilir EĞER ZENGİN DEĞİLSENİZ. O yüzdendir ki sirkülasyon lazım nasıl ki akpnin ülkenin başından gitmesi gerekiyorsa chpnin de şehrin başından gitmesi gerekiyor. Kim iktidarda fazla kalsa şımarıyor küstahlaşıyor üstüne de tembelleşiyor herkes için geçerli bu. Yerel seçimlerde sadece akp ya da sadece chp alternatifleri yok.

Son olarak da izmirde yaşamamış olanlar sadece tatile gelenler sakın ahkam kesmeye kalkmasın. Yazları şehrin en az kalabalık olduğu zaman uğrayıp da kıyı şeridinde tatil beldelerinde konaklamaya benzemiyor içinde yaşamak. Ayrıca eğer güzelyalı bostanlıda falan da kalıyorsanız arabanız varsa yorum yapmaya hakkınız yok şehrin kaymağını yemeye devam...

Giveaway

Ben de bu aralar acaba çekiliş mi yapsam diye düşünüyorum bloga canlılık gelir ama nasıl düzenlendiğine dair hiçbir fikrim yok. Tembelliğimin hevesimin önüne geçmemesi lazım. Şurada mesela bir çekiliş varmış kızlar için. İnsan böyle renkli renkli şeyler görünce hevesleniyor yoksa kadınlar mı demeliydim? Bir de kitap dağıtanlar var ama sanırım benim hediye edeceğim en son şey kitaplarım. Yani güzel olsun çirkin olsun hepsi benim bebeklerim. Ödünç bile veremiyorum o derece. İşte eylül ayı blog çekilişleri diye arattığımda karşıma bir de Stephen King serisinden bağış yapan bir blogger çıktı. Şart olarak da katılmak isteyen bloggerlar kitaplar hakkında yazıyor olmalıymış. Kimse çekilişe katılmak için yeni hesap açmasınmış falan filan. İnanılmaz saçma geldi. Hatta içimden bsg dedim. Sanki kitapsever olmak blog açıp yorum yazmakla mı ölçülüyor? Bir de vereceği kitap edebi-felsefi vs olsa içim gam yemeyecek. Hele hele Stephen King okumak için hiçbir birikiminin olmasına gerek yok! Amerikan korku-aksiyon filmleri gibi her başlayan bitirebilir sonuçta.

Gerçekse Ne Kadar Farklı Yorumlanabilir?

Dünyanın şu haline bakılırsa bence çoğu insan mensup olduğunu sandığı dine içten içe inanmıyor. Özellikle abrahamik olanları. Tanrının gazabından korkmuyorlar, vaad ettiği lütuflara heves etmiyorlar fakat farkında bile değiller.
Hatta biat ettikleri ilahlarını kurnazca kandırabileceklerini sanıyorlar. Çıkarları için çoğu davranışlarına dinsel kılıf uyduruyorlar. Tanrının onların hırslarının yanında olacakları fikrine kapılıp, çıkar çatışması yaşadıklarına beddua ediyorlar. Dualarının içeriğini haklı nedenlere dayandırmaksızın ciddi ciddi sonuç almayı bekliyorlar. Empati yapmaktan uzak, tek doğrunun kendi bildikleri olduğunda diretiyor hatta bu uğurda şiddeti meşru görüyorlar.

Şu üstte anlattıklarımı dindar biri bile dinlese hak verebiliyor, gel gelelim ki doğru din bu değil mevzusuna takılıp kalıyoruz. Nerede radikal islam haberleri var oradakiler gerçek müslümanlığı yanlış anlamış oluyor. Belki de türkler kendilerine adapte ederken islamı fazla yumuşak yorumladı? Niye islamın, islam peygamberinin doğduğu demokrasinin olmadığı, kralın kendisi ve ailesi dışında geri kalanların şeriata dayanan anayasayla yönetildiği ülke suudi arabistan dini kötü fazla katı yorumlamış olsun? Bence türk halkı olarak biz dinin daha hümanist olan tasavvufi yorumlanışını benimsemişiz. Asıl müslüman böyle olmalı demişiz. Bir yerde dini kendi vicdanımıza uydurmuşuz yani. Sanatla islamın buluşması sonucu ortaya çıkan tasavvuf şiirlerini sevmişiz, şairlerine -Mevlana gibi- büyük önem atfetmişiz. Çoğumuz kendimizi hanefiliğin kollarına atmışız.

Asıl diyeceğim şeyse abdestin hangi durumlarda bozulduğu konusunda bile ihtilaflı mezhepleri bulunan bir dinin nasıl tartışmasız gerçek olacağı? Arapçanın diğer dillere çevrilirken anlam değişikliği ve kaybı yaşıyor olmasına rağmen "aynı kalmış kutsal kitap" söylencesi? Mesela şöyle bir örnek vereyim; kuranın ilk sözcüğü ikra türkçeye oku! olarak çevirilmiştir. Ama bilindiği gibi okumak eş anlamlı bir fiil olduğundan herkes ayrı ayrı anlamlar yüklemiştir. Kimi yazılanları okumak, kimi evreni ve insanı okumak anlamak, kimi cahil kalmamak okul okumak, kimi kuranı kavimlere okumak, kimisi de bildirmek anlamına geldiğini söyler. Halk türkçesinde okumak bildirmek, tebliğ etmektir. Hatta köyde bir düğün olacağı zaman komşulara düğün okuması yapılır. Yani türkçeye çevirildiğinde basit bir kelime bile tartışmalı anlamlar kazanmıştır. Zaten bu nedenle halihazırda birsürü tefsir bulunmaktadır.
Bu derece görüş ayrılığının yaşandığı bir konu bana ilahsal gelmemektedir, zira tartışmasız doğru kabul edilen bir argümanın değişik değerlendirmeleri de savaşlara yol açmak yerine ortak bir noktada buluşmalıdır.
Tüm hayatımızı şekillendiren dinin sadece indirildiği varsayılan kitapla kalmayıp, yalnızca o devirde yaşayan insanların hafızalarına güvenerek yıllar sonra yazılan kimilerince sahih kabul edilen -ki çelişkili olanları mevcuttur-, hadisler ve rivayetlerle oluşturulduğu da bir gerçektir.

Son olarak da avrupada on altıncı yüzyılda papalığın aslı yunanca olan incilleri nasyonel dillere çevirmekten kaçınıp cahillikle suçladığı halkın, ruhban sınıfının yorumlarını kabul etmesini istemesiyle yirmi birinci yüzyılda popülasyonun çoğu tarafından okunan müfessirlerin tefsirlerine güvenilmesini salık vermek, onların halktan daha bilgili daha zeki ve hatta daha nurlu olduğunu telkin etmek aynı kapıya çıkar.
Kuranın arapçasını okumanın türkçesini okumaktan daha sevap kazandırıcı olması da ayrı bir mevzu tabii. Bu noktada kutsal kitabını kendi anlayacağı dilde okumadan inanan kültür müslümanı giriyor devreye.
-"Aslında" der, "arapçayı öğrenip orjinalinden okumak gerek".
İslamı anlamak için arapça bilmenin gerekli olması hristiyanlığın araştırılması için aramice ve yunanca, musevilik için ibranice öğrenme zorunluluğuna eşittir ki mantıksız bir eyleme işaret eder.

Konunun Tamamını Yazmaya Sabrım Yetecek mi

Bazen anlatacaklarımı daha çok insan dinlesin istiyorum daha fazla izleyenim olsun daha fazla kişiye ulaşabileyim ne bileyim işte yazdıklarım bir etki yaratabilsin. Haftaiçi uzun bir post yayınlamayı düşünüyorum sanırım sosyal siyasal içerikli olacak ya da sadece kişisel sinirimi yansıtmakla kalacak. Uzun zamandır moralimi bozan ve çaresiz kaldığımız bir konu. Öfke kontrolü sınavı gibi. Neyse şimdilik.

Sezaryen

Bozuk saatin bile günde iki kere doğru zamanı göstermesi gibi arada sırada başbakanın da bir iki yararlı uygulama getirdiğini düşünüyordum bir yıl önce bu sıralar. Konu da sezaryen doğum. Ben kendimi bildim bileli normal doğumun bebeğe ve anneye en faydalı doğum şekli olduğunu düşündüm. Niye kendimi bildim bileli? Çünkü kardeşlerimin doğduğu zamanları hatırlıyordum, annemin hastanede yatması gereken zamanları. Doğumdan sonra rahat hareket edememesini falan. Doktorların iddialarına göre annemin karnında kordonları doladığım ve doğal yollarla çıkamayacağım için sezaryenle alınmışım. İlk çocuk sezaryen olunca diğerlerinin de öyle doğma olasılığı çok artıyormuş. Hatta Türkiye'de bir kere sezaryen doğum oldu mu yüksek riskinden dolayı diğer gebeliklerde de hep aynı yöntem uygulanmakta vajinal doğuma izin verilmemekteymiş. Bir kadın sağlığı açısından maksimum 3 kere bu yola başvurabilirmiş.
Sezaryanin  kral Caesar'ın doğum şekli olduğu için bu adla anıldığı söylenir. Ayrıca o dönemde tıp bu kadar gelişmediği için annenin karnı yarıldıktan sonra tekrar dikilemiyor ve sadece bebek kurtuluyormuş. Bu doğum şeklinin yaygınlaşması ve adeta furya haline gelmesiyse 1980'lerin Amerikasına dayanıyormuş. Sonra yukarıda anlattığım sebeplerden dolayı giderek azalmış sadece zorunlu durumlarda tercih edilmeye başlanmış.
Bir de küçükken anne çocuk dergilerinin resimlerine bakmaya bayılırdım, annem kardeşime hamileyken alınmıştı onlar. Belki de karnında beni taşıdığı dönemden kalmıştır orasını pek hatırlayamıyorum. Zaten çocukluk anılarım kardeşimin doğmasıyla başlıyor gibi bir şey.  Neyse okuma yazma öğrendiğimde o dergileri de okuyordum. Zaten düşünüyorum da çocukken yemek tarifi kitaplarından tutun da tıp ansiklopedilerine kadar önüme gelen her şeyi oburca okumuşum anlamam ya da anlamamam mühim değilmiş. Ortaokulda da sürmüş bu alışkanlığım. Bazı romanları öyle erken yaşta bitirmişim ki şimdi dönüp baktığımda tekrar okumam gerekir mi acaba diye tereddüte düşüyorum.
Günümüzdeyse Avrupa ve Amerika'da da yaygın doğum prosedürünün normal doğum olduğunu da biliyorum. Ve Türkiye'deki doktorlara saatlerce annenin ıkınmasını beklemek yerine ameliyatla karnı açıp bebeği çıkartmanın daha kolay geldiğini de biliyorum hatta çoğu zaman naturel doğum isteyen anne adayları çeşitli yalanlarla kandırılmışlar "bebek ters dönmüş, kordonlara dolanmış, pelvisiniz (çatı) dar" vs gibi. Tabi hastanelerin de işine gelmiş maddi boyutundan dolayı.
Sonrasında canı tatlı, çocuğunun belirli bir burç horoskopunda doğmasını isteyen ve heralde vajinalarının da genişlemesinden korkan hamileler sezaryen ameliyatlar için randevu alır olmuşlar. Bana da bu her zaman işin kolayına kaçmak gibi gelmiş gözüme sevimsiz gözükmüştür. (Yıllarca bu konunun üzerinde çalışmışım gibi konuştum) Oysa anne için de bebek için de en sağlıklı olan ecnebilerin "natural" bizim normal dediğimiz doğum yöntemidir. Zira sezaryen doğum sebebiyle bazı kadınlar göbeklerinden hiç kurtulamamaktadırlar.
Ben de başbakanının tüm bunları bilip doğacak çocukları ve anne adaylarını önemsediğini sanma gafletinde bulunmuşum. Adam bu yıl niyetini belli etti "türk milleti çoğalmasın diyee doktorlar senelerce sezaryen yaptılar kadınlarıııı!". Herifin tek derdi buymuş ha. Elinden gelse "başörtülü bacılarımız, soyları tüketilmek amacıyla kesilip biçildiler"e falan da çekebilirmiş olayı. Fesuphanallah.
Sezaryenin kadınların doğurganlıklarını azalttığına dair hiçbir şey duymadım zaten mantıken olamaz da. Ama öte yandan kardeşlerimin hepsinin erken doğduğu gerçeği var. Alakasız da olabilir bilemeyeceğim.

Not; aslında daha önceden yazdığım bir yazıydı fakat ancak tamamlayıp yayınlayabildim o nedenle şu anın popüler konusu olmayabilir.

Bum

Buraya twitter hesabımızı nasıl koyuyorduk? Bilen biri bi' el atıverse? Twitterdaki pink freudla karıştırılmaktan yorulduğum için böyle bir şey yapmaya karar verdim. Resmen ona atacakları mailleri iş tekliflerini falan bana atıyorlar, başlarda yardımcı olmaya çalıştım ama sonra bıktım. İnsan biraz bilmez mi yahu iş yapacağı insanın karakterini blogunu falan hı?

Hayvan Sever Olmamak

Sanki kitap okumayı seven edebiyatla sanatla ilgilenen, felsefeye meraklı, kalabalıklar içinde yalnız insanlar aynı zamanda kedi beslerlermiş gibi bir imaj oluştu. Kedi sevmeyenlere cani muamelesi yapılıyor korkanlara bile çemkiriliyor özellikle de ekşisözlükte. Ben de çok hayvanlarla içli dışlı biri değilim. Tabi bu kedilere köpeklere işkence ettiğim anlamına gelmiyor zaman zaman kemik kılçık atıyorum annem kuşlar yesin diye ekmek kırıntılarını biriktiriyor babam arada çöp konteynırlarının yanına su süt koyuyor. Uzaktan seviyoruz yani biz. Babam şehir hayatında apartmanlarda evcil hayvan beslemenin eziyet olduğunu düşünüyor.

Babannemse tam bir kedi delisi, küçük amcamla aynı evde yaşıyorlar. Evlerinde o kadar çok kedi oluyor ki her an ayağınıza bir şey sürtünebiliyor, yemek yerken hemen tabağınızın dibinde biri miyavlayabiliyor. Annem yıllarca hayvanların bitli parazitli olduğunu öğretti. Kedi tüyünün mideye kaçarsa hasta edeceğini, ameliyat gerektireceğini söyledi. Annem senelerce kardeşimin zayıf metabolizmasını korumak için kapları kacakları kaynar suyla yıkadı, cereyan olmasın diye kapıyı pencereyi açtırmadı, yere çarşaflar serdi, kardeşimin üstünü sık sık değiştirdi giysilerini sık sık yıkadı vs. Haklı olarak hijyen konusunda da takıntılıydı bu yüzden hayvanlardan mikrop kapmak ve mikropların kardeşime bulaşması ihtimalinden hep çekindim.

Annem endişelenmekte sonuna kadar haklıydı çünkü babannemin kedileri gerçekten de pisti, dışarı çıkarlar eve dönerler istedikleri yerde dolaşırlardı hala öyle mi bilmiyorum. Ne bir yıkayan ne de patilerini silen olurdu. Kendi yedikleri tabaklardan yemek verirlerdi kedilere de. Her yer kedi kılı kaplıydı ve babannemlerin evinde yemek yemeye de yere oturmaya da çekinirdim.
Üstelik gerçekten korkutucuydular bir çocuk için; gözleri akmış, bacakları olmayan, kuyruğu kopmuş kedilere de ev sahipliği yapardı babannemin evi. O görmediği halde beni takip eden kör ve siyah kediden hep ürkmüşümdür. Yavru kedilerle oynamaya çalıştığımda tırmaladıklarını hatırlıyorum. Sıkılınca bazen boyunlarını okşar karınlarını gıdıklardım sonra da koşa koşa elimi yıkardım tabi. Büyük amcamlar da aynı şekilde fakat babannemlerden daha az miktarda kedi yetiştirdiler. Onlar masada değil yerde yerlerdi bir de ve kediler de burunlarını tencereye sokarlardı. Hoş yerde yemeseler bile kedilerini mutfak tezgahlarına çıkacak kadar arsız yetiştirildikleri için yiyeceklerin yüksekliği önemli değildi. Midem bulanırdı. Annem de bu sebeple onlara gitmeyi hiç istemezdi. Onlar da kendilerini küçümsediğimizi düşünüyorlar.
Anneme geçenlerde neden kedilerle yakın olmaktan hoşlanmadığını sorunca fare yediklerini gördüğünde çok tiksindiğini söylemişti. Ama şu da var kışın bir kedi bizim balkonda doğurdu ve annem onlar için içlerinde yatabilsinler diye kutular koydu, yemek verdi, balkonun her yerine dışkıladıkları için bir süre çamaşır asmadı balkon kullanamadı hatta bir sepet mandalı feda etti oynasınlar. Yeterince büyüyene kadar bekledi, pisliklerini temizledi.
Yani hayvan sever olmamak hayvan sevmiyor olmak anlamına gelmiyor. Herkesten hayvanlarla haşır neşir olmasını beklememek gerek.
Bir de nedense köpeklere karşı böyle değilim de kedileri nankör ve tehlikeli buluyorum. Burak kedi almayı teklif ediyor evimize mesela ben de olmaz köpek alalım diyorum. Öyle işte.

Soracak Olursanız

Bu ara eğer beni soracak olursanız;
-Ne yapayım işte yatay geçiş kasıyorum.
Nereye diye soracak olursanız;
-İstanbul ve Ege üniversitelerine.
İkisine de girmeye hak kazanırsan ne olacak diye sorarsanız;
-Sormayın bilmiyorum.
 

Ama tavsiyesi olan varsa dinlemek hoş olurdu?

Meh

Keşke moda makyaj bloggerı falan olsaymışım ya da yazılarımda film yorumlasaymışım kitap analizi yapsaymışım vs vs.
Reklam için birkaç ürün bir şey verirlerdi. Böyle kuru kuru gitmiyor. Motivasyon kaynağım yok şaka bir yana. Aslında birçok teori var paylaşılacak bir sürü kavram var yorumlanacak da işte.

Çıplak İsyanlar

Eskiden yani çocukken, insanların soyunarak eylem yapmalarını anlayamazdım. Hele ki mankenlerin hayvan hakları için çıplak poz vermelerine hiç anlam veremezdim, hoş hala samimiyetsiz geliyor yaptıkları. Çünkü amaçları genellikle karşı çıkmak hak aramak falan değil vücutlarının ne kadar güzel veya seksi olduğunu göstermek böylelikle hemcinslerini daha fazla sömürü unsuru haline getiriyorlar farkında olmadan. Veya farkında olarak ama salağa yatarak. Yok yok vazgeçtim bu kadar zeka çoğuna fazla.

Gerçi ergenlik döneminde her ne kadar model falan olmak istesem de hatta karşıma fırsat çıksa da şu an mankenlik mesleğini biraz küçümsediğimi söylemeliyim. İnsanın, beyni gibi muazzam bir organı varken kendini bir nevi kıyafet askısı gibi kullandırtması tuhaf geliyor. Düşünsene milyon dolarlık elbiselerini sergiliyorsun ve üstüne giydiğin şey senden daha önemli sen orada sadece bir araçsın, amaçsa dikilmiş pahalı kumaşları taşımak! Hele ki bile isteye poposunu memesini açan twitter fenomenlerine, instagram ünlülerine falan kelimeler kifayetsiz kalıyor. Mesela bir Kim Kardashian örneği var pornolarını basına sızdırıp meşhur oldu, dünyanın hiçbir yerinde bu kadına saygı duyulmuyor, sürekli alay konusu. Hele ki bu kadınlar ciddi bir şeyler söylemeye görüş belirtmeye falan çalıştıklarında iyice komik oluyorlar. Üzgünüm ama aptalsınız.

Fark ettiyseniz buraya kadar bahsettiğim kadınlar için bir "terbiyesiz -  ahlaksız" bir "orospu" lafını kullanmadım. Çünkü ahlaksız veya terbiyesiz olduklarını düşünmüyorum yaptıklarını da ayıplamıyorum sadece küçük düşürücü buluyorum.

Fahişelik konusuna gelince de kimsenin gönüllü olarak bunu meslek telakki edeceğini sanmam yani metreslik bir "profession" olabilir belki. Ama tahminen  kimse fahişeliği yani başında bir pazarlayıcısı olan katı kurallı neredeyse ömür boyu süren vücut yıpratan ve çok da yüksek meblağlar kazandırmayan para kazanma yolunu seçsin. Yani bunlar empatiyle yapılan varsayımlar sonuçta bir iki ilgili kişiyle görüşmeden de çok kesin konuşamayacağım.

Jigololuğun daha fazla maddi getirisi olduğunu duymuştum. Arz-talep meselesi olarak açıklanabilir heralde bu da, sonuçta seks için kullanılmak istenen cinsiyet daha çok kadın bireyler.

Striptizciler var bir de. Onları nasıl kategorilendirsem bilemedim bizim ülkemizde yaygın değiller fakat amerikan dizi ve filmlerinde bolca rastlıyoruz. Rastladığımız karakterler de genellikle HIMYM'daki Queen gibi tipler. Yani erkekleri yolmayı seven hayat dolu femme fetaller. Fakat ekranlarda gösterilen özellikleri ne kadar sağlıklı yansıtılmış onu da bilemiyorum. Ahlak ve etik açısından benim için evlere temizliğe giden kadınla strip clubta çalışan kadın aynı eforu sarfediyor aynı derecede vücudunu yıpratıyor yani hangisi daha konforlu ve yüksek gelirliyse onun seçilmesinde bir mahzur yok.

Karşı olduğum olgu; zekanın, yeteneklerin, yaratıcılığın yerine bedenin kullanılması ve bunun bir bok varmış gibi gönüllü olarak yapılması. Benzer şekilde okuyabilecek imkanı varken erkenden evlenen veya saçma sapan işlere bulaşan insanları da hor görüyorum ne yalan söyleyeyim. Zaten insan sevgisiyle dolup taşan biri değilim hatta Yunus Emre'nin tersine insana insan olduğu için şüpheyle yaklaşıyorum.

Şimdi başlangıçta anlattığım konuyu toparlayacağım. Çıplak isyanlarla başlamıştım. Evet şu anki kurulu düzende giysilerinden kurtulmak kurallara ve topluma yapılan bir başkaldırıdır. Çünkü toplum şahısları olduğu gibi, doğduğu gibi -yani çıplak- kabul etmez. Keza dinler de ibadet etmeleri için bile insanları örtülere büründürür sanki Tanrı çıplak yaratmamışçasına... Üç semavi din de yetişkin kadınlar başta olmak üzere herkesi vücutlarını kapatmış olarak görmek ister ve bunu erdem sayar. Giyinmek ilk insanlar için sadece zorlu doğa koşullarından kaynaklanan bir önlemken artık saçma bir sosyal norm halini almıştır. Hatta ve hatta öyle bir hal almıştır ki kişilerin giysilerinin kumaşına, rengine, kesimine, yeniliğine göre bir sürü anlamlar atfedilmiş çoğu zaman bu minvalde ayrımcılık indikatörü haline getirilmiştir.  Kutsal kitapları ellemek için bile kadınlardan regl halinde olmamaları abdest almaları baş örtüsü takmaları beklenen bir toplulukta yaşıyoruz. Müslüman ülkelerin kızlarının da artık katılmaya başladıkları Femen grubunun yaptığı da buna isyan etmek işte çıplak vücutlarıyla kutsal kitapları tutmak, cinsel organlarını onlarla örtmek ve dinsel dogmalara karşı çıkmak. En son eylemlerini de bir camide gerçekleştirmişler gerçekten cesaretlerine hayran kalmamak mümkün değil.

Taksim'de bikinisiyle dans eden doktor kadını ya da tomaya karşı soyunan adamı hatırlarsınız, işte böyle hareketleri gördükçe umutla doluyorum. Bana göre bir ülkede özgürlük, vatandaşlarının arzuladıkları dereceye kadar çıplak kalabilmeleriyle doğru orantılıdır. Doğduğumuz gibi ölme hakkımız olmalı.

Gündemle Geziyle İlgili Yeterince Konuştum İçim Rahat

Yıllar sonra twitterın "keşfet" bölümü sayesinde Evanescence dinledim(adını hala bakmadan düzgün yazamıyorum). En son 14 yaşımdayken açıp da dinlemiş olmalıyım zaten emo emo şeyler yapmışım messengerda "k" yerine "q" yazmak gibi falan. Neyse ergenlik.
Ama övündüğüm bir şey var yaşım kaç olursa olsun tutup da aşk şiiri yazmamışım böyle ağlaklı dramlı şiirlerim var ama hep dünyanın adaletsizliğinden yalnızlıktan falan bahsetmişim. Bazı şeylere çok erken başlamışım yani aslında her şeye. Ortalama insanlardan daha önce ergenliğe girip daha önce çıkıp daha önce olgunlaşıp daha önce hayattan bezmiş gibi görüyorum kendimi. Zaten üniversiteye başlayıncaya kadar hep yaşımdan büyük gösterdim.
Bu sene o kadar her şey üst üste geldi ki ölümler, mahkemeler, okul (bir hocayı işinden ettik ve bayağı bir uğraş gerektirdi bu durum ), burs almak için çırpınışlarım vs vs.
Allahsız kitapsızların ölümü nasıl karşıladığı nasıl teselli olduğu merak edilir ya. Ben cevap veriyim; YAPILACAK BİR ŞEY YOK! Yani kabulleniyorsun acı çeke çeke, geceleri uykusuz kala kala, rüyanda göre göre kabulleniyorsun.
Bir gün seni de Türkiye'nin iğrenç mezarlıklarından bir yer hazırlayıp oraya atacaklar. Türkiye'de mezarlıklar bile sıkışık düzensiz. Biri mermerlerden tapınak yaptırırcasına yükseltmiş mezarlığı biri çok çirkin yeşil renkte demir dikmiş biri mezar taşını kalp şeklinde kestirtmiş bazıları daha modern metallerle kaplatmış mezarın çevresini bazıları da fakirlikten olacak yanlarını tuğlalarla örmüş, diğerleri de terk edip gitmiş ölünün nerede olduğuna dair izler kaybolmaya yüz tutmuş. Mezar taşlarına değişik yazılar kazınmış bazıları sevgi sözcükleri bazıları dini kasidelerden alıntılar bazıları da tuhaf şekilde şan şöhret belirten ünvanlar. "Doktor Sami Tüfekçi" gibi "Albay Ferhat Tekin". Ekşisözlük yazarı olduğunu bile yazmışlar mesela. Ölünün resmini koyan da oluyor.
 Her yerde plastik şişeler var, ağaçları ve mezar toprağının üstündeki çiçekleri sulamak için. Havada sinekler toprakta böcekler çok sayıda da köpek var. Mezarlıkları ormanlık alanlara yapıyorlar, ağaçlar kesiliyor ona üzülüyorum bebek mezarlarına da üzülüyorum. Her şeye üzülüyorum. Çünkü tek bir yeri ziyaret etmiyoruz mezarlık mezarlık dolaşıyoruz zira kaybettiğim kardeşlerimin sayısı bir değil.
Böyle normal normal yazdığıma inanamayarak devam ediyorum. Mezarın başına gidiyoruz herkes dua ediyor ben düşünüyorum düşünüyorum elim kolum bağlı sadece düşünüyorum. Tek avuntum ben ölsem bana da aynı yerde bırakıp gitmek zorunda kalacağın, yani senin için yapabileceğim bir şeyim yoktu ki bızdığım benim.
Sonunda delirecek miyim ben de merak ediyorum çünkü genelde öyle tahmin ediyorlar ya dini inanca sahip olursun ya delirirsin ya da intihar edersin. Simple is that. Zaman gösterecek. Arada diyorum ki eğer intihar edeceksem birkaç insanı daha öldüreyim dünyayı daha temiz bırakayım giderken. Sonra insan bulamıyorum hiçbiri onları öldürmeme değmeyecek gibi.
Öleceğini bilerek yaşamak çok ilginç, sevdiklerinin öleceğini bilerek yaşamaksa çok stresli çok boktan.

Not

Ne yalan söyleyeyim artık pek okunmadığımı düşündüğüm için yazasım da gelmiyor.

Zevklerin En Büyüğü

20 yaşıma geldim ve bu yaşa kadar hep önceki yaşlarımdan nefret ettim. Ah ne kadar aptalmışım, ah ne kadar ergenmişim, ah ne kadar bokmuşum diye diye zaman geçti. Ama artık kendimi kucaklamam gerektiğini düşünmeye başladım. Neysem o'yum işte. Bir sürü hatam oldu bir sürü saçma sapan insanlarla ilişki kurdum vakit kaybettim kendime göre vs. Ne olmuş yani? Ben de insanım. Benim de mükemmel olmamaya hakkım var. Hangi insan beni yargılayacak kadar olgun?
İşte kendimi sevmenin ilk basamaklarındayım birkaç adım attım fakat kendi kendine mi başladı bu süreç? -Tabi ki hayır! Kendinizi koşulsuz şartsız seven birinin varlığını hissetmediğiniz sürece kendinizi tam olarak sevemeyeceğinizi düşünüyorum. Yani başkalarının size karşı olan duyguları sizin kendinizi algılayışınızı oluşturuyor. Sevilmeden önce sevgiyi küçümsüyor insan hatta dalga geçiyor. Makroorganizmalardan tutun da mikroorganizmalara kadar her canlının zevk için yaşadığını savunurum ben. Ve en büyük zevkin de sevilmek olduğuna kanaat getirdim.

Yanlış Bilinen Gerçekler

Bazen bu blogu "doğru bilinen yanlışlar" köşesine çevirmek istediğim oluyor. Özellikle de Freud ve Nietzsche hakkında öyle sabuklamalar görüyorum ki, böyle asılsız şeyleri gayet de kendinden emin bir şekilde paylaşanların kafasını duvara sürtmek istiyorum. Freud'u çok çapkın sapıklığa meyilli bir aşk doktoru gibi sunarlarken, Nietzsche'yi de adeta küçük emrah, ferdi tayfur haline getirip dünya hakkında kamyoncu aforizmaları sıralayan bir garip aşık gibi gösteriyorlar. Örnek veriyorum:
Freud "gayler ve homoseksüel eğilimi olanlar küçük göğüs sever" gibi bir laf etmedi bunu iyi bilesiniz özellikle de ekşi sözlükte işkembeden sallayanlar var. Adamın kemikleri mezarında ters taklalar atıyor vallahi sizin yüzünüzden. Takdir ettiğim hatta sevdiğim bir adamı böylesine basit böylesine gerzek böylesine twitter fenomeni haline getiremezsiniz!

Dexter

Şu ana kadar, benim de herkes gibi gerçek dünyadan kaçamak yapmak için izlediğim birçok dizi oldu. Ardı ardına izledim gözlerimin acımasını umursamadım. Her episode'da bir sonraki bölümü merak ettim internet kotamın anasını ağlattım vs vs. Ama sanırım beni hiçbiri böylesine etkilememişti. Dexter'ın 4.sezonunun sonu-5.sezonunun başını izliyorum ve önceden basit bir seri katil dizisi sandığım şeyin aslında ne olduğunu görüyorum. Senaristler nasıl yazmışlar oyuncular nasıl oynamışlarsa artık bütün duygularım allak bullak oldu.

Kardeşim

Şimdiye kadar iki türlü acıya maruz kaldım. Birincisine boşluk sancısı adını verdim. Zaten burada midemdeki boşluğu defalarca anlatmışımdır , onun nasıl da tüm yaşama sevincimi vakumlayıp yok ettiğini. Her şeyin çirkin yüzünü gördüğümü, nerede ve kiminle olursam olayım yalnız hissettiğimi. Dünyanın basitlik ve sahtelik içinde manasızca dönüp durduğunu kabullenemeyerek herkesten ve kendimden iğrenişimi. Yıllarca bana öğretilen merhametli tanrı imgesini zihnimden kusarak atışımı. Ama kustukça rahatlamak yerine iyice çaresiz hissedişimi ve dinmeyen öfkemi.. Anlatmışımdır.
Ama yaklaşık iki yıldır bu duygu nöbetlerim -evet tıpkı öfke nöbetleri geçirir gibi girdiğim karamsar ve melankolik hal- kendi kendine dinmiş, az sayıda da olsa birilerini sevmeye hayatımı kabullenmeye başlamıştım. Kardeşimin durumunu annemin babamın yorgunluğunu düşünüp üzüldüğüm olurdu yani tamamıyla gamsız tasasız değildim. Fakat elimizden gelen bir şey yoktu. En iyisi fazla kafaya takmamaktı yoksa kederden yaşayamazdı insan.
Yine bir gece hastalandı öğürüp duruyordu kaç gündür de halsizdi ama çok önemli bir şey gibi gelmemişti ne de olsa ben sürekli midemi bozup hastalanıyordum kısa zaman sonra da geçiyordu. Yine de üzülmüştüm tabi öpmeye sarılmaya falan çalışmıştım ama çok huysuzdu. Gece sabaha yaklaşıyordu ve kardeşim yerinden kalkamayacak kadar halsizdi, babam kucağına alıp arabaya götürdü sonra da hastaneye gittiler. Yavrucağızın ömrü hastanelerde geçmişti zaten. Hemşireler kolundan damar yolu bulamaz topuğundan bağlarlardı serumu bense ağlamalarını duymamak için odadan çıkar hastane koridorlarına koşardım. Hep dua ederim "allahım nolur allahım onun canı yanmasın ben dayanabilirim ben daha büyüğüm onun yerine ben hasta olayım allahım lütfen"
Bir iğne vurulup birkaç da ilaç alıp döneceklerdi eve, yani tahminim buydu çok aldırmamıştım nasılsa GERİ DÖNECEKTİ. Sonra ben de bilgisayarı açıp dizimi kaldığım yerden izlemeye devam ettim. Ev telefonu çaldı arayan babamdı, bir şeye ihtiyaçları oldu herhalde dedim açtım. Sesi titriyordu hıçkırdığını duydum.
-Baba!
-Baba noldu!
-Söylesene baba?
Yoğun bakımdaydı.
O anı nasıl tarif edebilirim bilmiyorum bütün o boşluğun sancısıymış varoluş acısıymış hepsi yanında öyle önemsiz öyle basit öyle eften püften kalıyordu ki.. Ölüm vardı ölüm diye bir şey vardı. Onun dışında başka bir şey yoktu. Varlığı vardı ama yokluğu yoktu. Ya vardı ya yoktu. Hani çok sinirlenirsiniz birine ölsün istersiniz. Benim de öyle anlarım olmuştu ve o şimdi ölüyordu! Ölsün demiştim işte ölüyordu itiraz etmeden gidiyordu. Doğduğu hastanede ölüyordu. 9 Eylül Üniversitesi Hastanesi. 01.07.1997.
Doğduğu gün çok mutlu olmuştum yolunu dört gözle beklediğim benim minik bebek kardeşim doğmuştu. İlk kucağıma alışımı hatırlıyorum kollarıma ağır gelmişti düşürmekten çok korkmuş olabildiğince sıkı sarmış annemden alıp annaneme teslim etmiştim. Sonra sık sık kucağıma alır olmuştum kollarımda sallayarak uyutuyordum benim için zor bir görevdi kollarım ağrıyordu ama çok keyif alıyordum. Bir keresinde çorabını ütüleyeceğim derken yakmıştım çok üzülmüştüm çünkü en sevdiğim çorabıydı zaten o yüzden ütülüyordum. Onu gerçekten çok seviyordum 4-5 yaşında bir ablanın sevebileceğinden daha fazla hem de. Anneme babama sorardım hangimizi daha çok seviyorsunuz? Seni derlerdi. Ben de panikler hayır onu daha çok sevin o çok küçük! gibi birşeyler sıralardım.
İşte hikayemizin başlangıcı. O kadar uzun ki bu gece sadece bu kadarını yazabildim mecali kalmıyor insanın. Ses çıkartmayayım annem babam uyanmasın derken baş ağrısı yapıyor sessiz ağlamak.

Eskiden..

  Eskiden blogspot çok canlı cümbüşlü bir yerdi ve bu renkli ruhu benim bloguma da yansıyordu ateşli yorumlar olsun farklı insanlar olsun msn'e eklemeler-mail göndermeler olsun bayağı meşgul ediyordu beni. Başımdan geçen olayları paylaşma isteğim, "şu fikrimi mutlaka bloggerlara anlatmalıyım" şeklinde dürtülerim, her yoruma tatmin edici cevaplar verme çabam vardı o zamanlar. Sanki çok geçmişte kalmış gibi anlatıyorum ama henüz üç yıl bile geçmedi blog yazmaya başlayalı.

İlk defa 17 yaşımda post göndermeye başladım blog için (hep yaşımdan çok daha büyük sanılıyordum o zamanlarda yanlış tahminler benim için gurur vericiydi), ilk defa bir şeyler karalamaya başlamamsa ilkokul yıllarına dayanıyor. Hikayeler falan yazıyordum sonra arkadaşlarıma anlatıyordum genellikle fantastik şeylerdi. Çünkü ilkokul ve ortaokulda Harry Potter kitaplarıyla birlikte büyümüştüm. Uzun bir süre Hogswart'tan davet gelmesini beklediğimi itiraf etmeliyim.
Serinin son kitabı Ölüm Yadigarları'nın çıktığına dair duyumlar aldığımızda ortaokul sondaydım ve çok heyecanlanmıştım! Kitapçılarda satışa sunulmasını bekleyemediğimden 700 sayfalık kitabı hiç para da harcamadan indirip (bir arkadaşımın sayesinde olmuştu bu yoksa kendi başıma beceremezdim o zamanlar) bilgisayarın ekranına yapışarak okumuştum . Hemen bir iki gün içinde bitirdiğimi hatırlıyorum, zavallı gözlerim. Elimde tutmadan okuduğum ilk kitaptı ve sanırım son kitap olarak da kalacak. Belki de bir süre sonra sayfalı ciltli kitaplar demode olacak tabletler kullanılacak ama ben kütüphanemi genişletmeye devam edeceğim. Neyse.

Harry benim çocukluk arkadaşım gibi bir şey olmuştu çok kolay empati kurabildiğim biriydi. Annem babam olmasına rağmen annesizlik-babasızlık nedir onun kadar değilse de biraz biliyordum ve tıpkı Harry gibi yazın sıkıntıdan patlayarak okullar açılsın diye dua ederdim. Zaten küçükken öyle çok ve çeşitli dualarım vardı ki. En çok kardeşlerim için dua ederdim ama hiçbiri tutmadı işte hepsi gitti bir ben kaldım yaşamayı çok severmiş gibi. Söz ne zaman çocukluktan açılsa boğazıma bir şey çöküyor sanki oraya ağırlık yapıyor, çok boktan bir duygu. Hiçbir zaman da çocukluğuma dönmek istediğimi düşünmedim. Geçmişte kalmasını istediğim o kadar çok şey var ki. Böyle zamanlarda kendime acımayayım diye benden kat kat kötü şeyler yaşayan çocukların var olduğunu düşünüyorum mesela kardeşim. Artık bir kardeşim de yok. O dünyanın en güzel bebeğiydi en güzel çocuğuydu. Erkek olmasına rağmen benden bile güzeldi. 10-11 yaşına kadar sapsarı saçları yine sarı incecik kavisli kaşları, minicik burnu minicik ağzıyla herkesten daha tatlıydı.
Yine her şey karıştı.
Nerede ne yapıyor ne düşünüyor olduğum fark etmeksizin gün içinde hadi o değilse de ertesi günü mutlaka aklıma geliyor özlüyorum. Özlediğimizi bilebiliyor olsalar keşke.

Untitled

Bügun yani 20 Martta tam 20 oldum. 18 yaşımdan beri girdiğim değil, bitirdiğim yaşı söyler oldum. 

Göz Rengi

Açık renkli göz sevmiyorum yani mesela açık kahverengi açık mavi. Açık kahverengi göz- açık mavi göz esmer ten siyah saç kaş kombinasyonuna dayanamıyorum nasıl itici geliyor anlatamam.
Bir de şu var bir gözü güzel ya da çirkin yapan rengi değil şekli ve bakışlarının anlamlılığıdır. Mesela pörtlek denmeyecek irilikte, göz kenarları aşağı veya fazla yukarı rotasyona uğramayacak formda, kapakları sarkık olmayan ve cinsiyetine göre değişen belirginlikte kirpiklere sahip olmalı bir göz.  Bön bön bayık bayık bakmamalı bir derinlik hissedilmeli, duygularını yansıtabilmeli arada ışıldamalı.
Şu Avrupanın dayattığı güzellik normlarından kurtulalım artık bir zahmet iki gayret.

Kıskançlık Çıplaklık

5 hafta tatilim olmasından mütevellit gündüz kuşağı programlarına aşina hale geldim. Ama hala Esra Erol izleyecek kıvama gelmedim ne bileyim kadın çok yapmacık, adaylar çok salak. Neyse bahsedeceğim program da "Bana Her Şey Yakışır". İşte adından da anlaşılacağı üzere kezbanların yarıştığı sözde moda yarışması.
Kezban lafından başlarda hiç mi hiç hazzetmesem de bu gibi durumlarda kullanmak durumunda kalıyorum. Bana göre kezban nedir? Hemcinslerine karşı çok kıskanç, kendi abisinin babasının (patriarşik aile ve toplum yapısının) izin vermediği açıklıkta kıyafet giyen kızları kaşarlıkla suçlayan, gösteriş-marka meraklısı, kendisini bulunmaz hint kumaşı sanan, en büyük hayali zengin ve hava atabileceği bir koca bulmak olan, ayıp-günah kavramlarını sıkça kullanan en kötüsü de özgürlüğünün haklarının farkında olmayan kadın kişisidir.
Neyse izlediğim kadarıyla bu programa katılan kadınların çoğu alışveriş yaparken "kocam bu kadar açık giyinmeme izin vermez, kızar" deyip üstlerindeki kıyafetlerin aynadaki görünüşünü beğenseler bile çıkarıp farklı şeyler deneyip duruyorlar. Bu uğurda mağaza mağaza geziyorlar. Ya bir kadın bunu söylemeye nasıl utanmaz anlamıyorum. Hani kendi o derece dekolte transparan vs giymek istemez işte yaşıma, vücuduma, kendime yakıştırmıyorum falan der en doğal hakkıdır ama bir erkeğin egemenliğine girmek bu kadar kolay mı ya? Hadi girdin diyelim madem açık açık, güle oynaya söyleme bari ya. Alışveriş sırasında kadınlarla konuşan dış ses de ehehe mehehe demek ki eşiniz sizi çok fazla seviyor vs diyor. Kadın bunu kendine iltifat olarak alıyor seviniyor şirinlik yapıyor falan. Hey yarappim.
Başkalarının vücudunu bu derece sahiplenmek bana sağlıklı gelmiyor. Bahsettiğim şey de open relationship değil tabi ki sevgilinizin üstünde (mutabık olduğunuz sürece) bazı haklarınız var başkalarıyla elleşmemesi, oynaşmaması, sevişmemesi gibi fiziksel ve zor zamanlarınızda yanınızda olması, sırlarınızı saklaması, desteklemesi, yalan söylememesi, önemsendiğinizi göstermesi vs gibi tinsel şartları var.
Ama bir insanın vücudunu kıskanmak ne demek ya?!? Çok tehlikeli bir şey bu. Kadını çarşafa sarmaya, ağzını burnunu kapatmaya kadar bile gider. Mesela sevgilinizin gözlerini çok beğeniyorsunuz hatta aşık olduğunuz en güzel detayı o, e sizden başkası görmemeli o halde? Aynı mantık yani.
Empati yapıyorum; benim sevgilim beğenilse kıskançlık meselesi yapmam hatta hoşuma da gider bir yerde benim zevkli olduğumun göstergesidir.
Aynı şekilde bir insanı fazla sahiplenmek onun fazla zeki fazla yetenekli vs gözükmesine de tahammül edememektir. Sadece kendine saklamak elinden gelse bir kutuya koymak ve cebinde taşımak isteğini doğurur.
İslamda da vücutlar insanlara ait değildir sadece ruhların yerleşmesi için verilmiş birer araçtırlar mesela o yüzden kötü davrandığımız ya da amacına uygun düzgün kullanmadığımız organlarımızın ahirette bizden hesap soracağı söylenir. Tabi bize ait olmayan vücutları saçının son teline denk kapatmak niye? Hadi yine buna birkaç gerekçe bulabiliriz de insanları çıplak olarak yaratmış allaha ibadet ederken örtünmek niye? Kim tahrik olacak da namaz kılarken bol ve uzun etekler giyinmek zorundayız? Banyo yaparken bile cinsel organlar niye örtülmek zorunda? Muhtemelen bunların cevabı melekler tarafından izlendiğimiz ve onlardan haya etmemiz gerektiğiyle ilgili olacaktır.
Tabi benim nezdimde melekleri, günah ve sevap kavramlarından uzak sadece allaha hizmet etmek için yaratılmış varlıklar olarak ele aldığımızda utanma meselesi geçerliliğini yitirmektedir. Çünkü "onlar yemezler içmezler, erkeklik ve dişilikleri yoktur" Merak eden tatmin olmayan varsa da diyanetin sitesini ziyaret ediversin bir zahmet.
Konuyu nereden nereye getirip yine dine bağlamışım valla bravo bana.

Akış

Yahu benim adam akıllı twitter hesabı takip etmeye ihtiyacım var. Liseden falan tanıdıklarımı followluyorum ne yazıyorlar bakayım diye sonra gözlerim kör kulaklarım sağır olsun istiyorum "ne lan bu" diyorum. Benim gibi nazik naif vakur bir genç kıza bile bunu dedirtiyorlar. :P
Ya keşke twitter adreslerini bildiğim daha çok blog yazarı olsa, en aklı başında çevrem buradaki insanlar vallahi. Meh.
-Zorun mu var arkandan dürtüyorlar mı sanki twitter kullan diye- şeklinde tenkit edenler olabilir pek tabii. Lakin çok sıkılıyorum be otobüste falan hani. Evde de sıkılıyorum gerçi. Sıkılmanın yeri mi olur canım?
Ama insanlar aşırı avam aşırı cahil hani bu kendimi büyük görmekle de ilgili bir mevzu değil bence bir beyne sahip olmanın belirli yükümlülükleri olmalı bak insan olmanın demiyorum dikkatini çekerim. İnsan olmak hayvan olmaktan da beter bir tecessüm hali çünkü.
Tecessümün ekini kökünü ayırttırmayın şimdi bana.
Benim standartlarım çok mü yüksek ey Tanrım? Tanrım varsan bir işaret gönder? Hep sen bizi sınıyorsun bir kere de biz seni sınayalım yani göz hakkı denen bir şey var. Niye bu senin yarattığın düşünülen dünyayı ben çok eksik kusurlu ve yavan buluyorum? Benim alıcı-verici ayarlarımla mı oynadın benim beynimi farklı mı programladın yoksa ben senin seri imalat fabrikanın gözden kaçan yan ürünü müyüm? Bana kaderimin bir oyunu mu bu?
 Ortaçağda daha tılsımlıymış dünya. 21. yüzyıldaysa bok gibi. Buna felsefede disenchantment of the world diyorlar. Felsefeden 99 almışım vizede finalinden de 100. Ama ödevlerimden dolayı düşmüş ortalamam, ödev yapmak çok angarya, amelelik gerektiriyor

Olgunlaşma

Olgunlaşmak yaşla alakalı bir durum değil. Ayrı ev tutmakla veya yurt dışına çıkmakla da bir ilgisi yok. Sevgilinizin olması, uzun süreli ilişkiniz hatta evlenmeniz, bir çocuğa sahip olmanız bile sizi daha olgun yapmaya yetmiyor. Olgunlaşmak için belirli sorunların olması, acı çekmek ve düşünmek gerekiyor. Akabinde empati yeteneğiniz artıyor ve başkalarının acıları vasıtasıyla da olgunlaşma süreciniz devam ediyor.

Ya Sabır

Allah her doğan çocuğa rızkını verirmiş de bilmemneymiş. Evet o yüzden yiyecek ekmek bulamadığından kendini asan anneler var. İflas edip, iş bulamayıp vs intihar eden babalar var. Doğur canım doğur allah rızkını verir. Olmadı devlet döve döve tecavüz ettire ettire bakar yetimhanesinde.
Allah rızkını veriyorsa o sözde üzüldüğün Afrika'daki çocuklara niye koklatmıyor ucundan da olsa?
Neymiş kırk günlük embriyonun kalbi atıyormuş yediğin koyunun ineğin tavuğun da kalbi atıyor ama sen onları yemekten vazgeçmiyorsun.
Kürtaj korunma yöntemi değilmiş. A-aa ciddi misin bak bir yaşıma daha girdim!!! Bir tane doğum kontrol hapı al da prospektüsünü oku bari öyle ahkam kes. Kadınlar spiral taktırsa bile ihtimali var oluyor işte o çocuk sonra onu doğursun da spiral bebeğin gözünde ciğerinde çıksın değil mi? Cahillikten ölünse keşke.
Kürtaj kararında erkeğin konsensüsüne bile ihtiyaç yok. Sanki 9 ay 10 gün istemediği bebeği karnında erkek taşıyor, ayakları şişiyor, orası burası çatlıyor, dişleri çürüyor, varis çıkıyor, saçları dökülüyor, mesanesinde problemler oluşuyor, göğsü karnı ağrıyor, kilo alıyor, her şeye midesi bulanıyor kusup duruyor... Sonra onun mu karnı yarılıyor o mu sancılanıyor çocuk doğuracağım diye o mu ölüyor? O mu süt veriyor altını değiştiriyor gazını çıkarıyor o mu uykusuz kalıyor?
Bak yine haberin altındaki yorumları okudum yine asfalyalarım attı. Cahillikten ölünse keşke. Keşke o beynin kullanılmadığı için çürüse. Keşke boşuna oksijen tüketmesen keşke.

İtiraf

İnsanların, özellikle muhafazakarlar olanların neden materyalist düşünce biçiminden korktuklarını anlıyorum hatta son zamanlarda hak bile veriyorum.
Bir de evrimi biyolojik açıdan temel kabul etsem ve aksini asla mantıklı bulmasam da antropologların bu işi bayağı çarpıttığı kanaatindeyim ve sosyo-psikolojik uyarlamalardan bazen ben de rahatsız oluyorum. Ayrıca evrimi diğer sosyal bilimlere yayma fikri ilk olarak Herbert Spencer tarafından ortaya atılmış.

Hani şu haberler var ya "sarışınların daha çekici olduğu kanıtlandı", "büyük göğüslü kadınlar evrimsel açıdan daha avantajlı" bla bla. Yani bunlara inananınız kaldı mı bu kadar salak olanınız? Bir kere Pelin Batu denen süs bitkisi de böyle bir laf etmişti. İnsan varlığı bu kadar basite indirgemek tamamen zeka yoksunluğu belirtisi. Yani hala düalist olmamama rağmen ve eskiden "mekanik materyalizm kalp La Mettrie işte diyalektik materyalizm Marx akar" falan şeklinde dolanmama rağmen insanın fazla çok fazla basite indirgendiğini düşünmeye ve kızmaya başladım. Sadece bencillikle veya rekabetle açıklayamadığımız şeyler var.
Sosyolojiye Giriş'te beauty myth ile ilgili bir sunum yapmıştım işte ingilizce yazmıştım şimdi tekrar hatırlayıp koordine edip türkçesini buraya yazmak zor geliyor. Ama anlatacağım en kısa zamanda birçok konuda olduğu gibi insanların kişisel zevklerini bile manipüle eden medyanın oyunlarını ifşa edeceğim:P

Göt Edilmek

Ben ortaokul sondayken Kavak Yelleri dizisi yeni başlamıştı, yanılmıyorsam mayıs ayındaydık. Ben de malum OKS'ye hazırlanıyorum o sıralar. Ama ciddi ciddi hazırlanıyordum yani lisedeki gibi koyvermiş değilim.
 İşte dizinin başlangıcını izliyorum hoşuma da gidiyor ama kalkıp test falan çözmem gerekiyor vicdan azabı duyuyorum bu yüzden ben de kendi kendimi şöyle motive ediyorum; "eğer şimdi çalışmazsan işte dizideki öğrenciler gibi eski püskü bir okula düşersin". Ortaokulda koleje gidince devlet okulu görüntüsü biraz soluk kalmıştı herhalde. Meğersem okul İzmir'in en yüksek puanla alan ikinci anadolu lisesiymiş (birincisinin çok karışık ve olaylı bir okul olduğu bilindiğinden orayı yazmayı hiç düşünmemiştim) ve ben yakın arkadaşlarım oraya gidiyor diye tam da o okulu tercih listesinin başına yazacakmışım! Bizim okula başladığımız sene dizi ekibi çoktan İstanbul'a taşınmış olacakmış bizim de dizide figüran oyuncu olma gibi saçma sapan  hayallerimiz suya düşecekmiş. Neyse bu evrenin beni göt edişlerinden ufak bir örnek sadece. Blog çoktandır boş duruyor diye yazıvereyim bari dedim.
Hı şunu da ekleyeyim dedim uğruna o okulu seçtiğim arkadaşlarımın hiçbiriyle görüşmeyi bıraktım uzun zaman önce.

Boktan Şeyler

Son zamanlarda yaptığım işlerden bahsedecek olursam; finallere girip çıkıyorum ve sosyolojiden psikolojiye geçmeyi dört gözle bekliyorum. Son iki final ve son üç ödev kaldı. Hani vakıf üniversitelerini kıçınızı yaya yaya geçersiniz diye bir spekülasyon var ya o spekülatörü siksinler yani öyle diyeyim.

Ben hayatımda bu kadar çok paper bu kadar çok presentation bu kadar çok sociological dairy yani bu kadar fazla ödev yapmadım. Yapmıyorum zaten gidecek %20si kredimin.. Çok angarya işler bunlar ya bir de ingilizce yapmak zorundasın ya her boku, gerçekten canıma tak etti. Aslında türkçe olsa gayet güzel sosyolojik tespitlerim gözlemlerim var ama ingilizce olunca nolursa olsun daha basit anlatmak zorunda kalıyorum ve nefret ettiğim mükemmelliyetçiliğim yüzünden istediğim şeyi tam tamına anlatamayınca sinirlenip yapmayı bırakıyorum.

Dalga geçtiğimiz bir klişe var ya hani en kötü özelliğin ne diye sorulur iş görüşmelerinde de  "mükemmelliyetçiliğim" denir, klasik cevap. Ama bu özellik gerçekten insanı lanetliyor. Ya herşeyin en iyisi olsun istiyorsun ya da hiç olmasın diyorsun. Hazırlık sınıfında bize bunu yapmayı öğretmediler yani boş boş işlerle uğraştık, zaten ben en yüksek kurdan başlamıştım muafiyet sınavına bilerek girmemiştim anlıyorum ki şimdi bir sene boşa gitmiş. Gerçi o yıl tanıyıp hafiften sevdiğim insanlar var tek kazancım bu oldu heralde.

Bir de devamsızlık problemimiz var ki evlere şenlik; cpg denen bi bok mevcut,  işte onu yüksek tutmak zorundasın mesela akademik ingilizce dersininki %20 idi. Ve bu cpg iki saat derse gelmedin diye bile notundan kısılabilen bir olgu bir fact. Ve sadece sınav notum hesaplansa AA alıyorken oral exam ve cpg yüzünden hoca AB'ye çekebildi puanımı. Hiç sevmiyorum zenci pislik. (Bu arada ırkçı oldum ben bu sene)

Benim evimse okuluma arabayla 15-20 dk uzaklıkta olmasına rağmen metro inşaatı yüzünden 1.5 saat oluyor. Artık otobüse binmeye tahammül edemiyorum otobüsteki sığ cahil insanlara da tahammül edemiyorum sürekli kavga çıkıyor. Çocukluğumdan beri hep aynı şey dillere pelesenkti "türk halkı cahil kalmış". Benim için bir anlam ifade etmiyordu ama otobüste buluna buluna ne anlatmak istediklerini anladım.
İnsan ergenliğinde hep kendi yaşıtlarıyla muhattap olduğundan (kendimi ergenlikten çıkmış addediyorum) ve ortaokulda lisede şimdi üniversitede çevremdekilerin hep belirli bir seviyenin üstünde olmasından dolayı daha az gerçekçi bakıyormuşum sanırım hayata.

Haftasonuna veya haftaiçi akşam 7ye sınav, telafi ders vs koyabiliyorlar bunu da belirtmeden geçemeyecektim.
Fransızca öğreniyorum bu okulun sayılı güzel yönlerinden biri. Bazı dersler de baya yararlı aslında philosophy gibi humanity gibi. Ders kitaplarını normal kitapmış gibi okuyacağım sömestrde. Daha başka şeyler de var yazacağım yalnız "kardeşler arası cinsel ilişkiyi doğru bulup bulmadığımı çeşitli ahlaki kuramlara göre inceleyeceğim 4 sayfalık paper" hazırlamam  gerekiyor. O yüzden şimdilik bu kadar.

Arkadaşlık

Salak insanlar arasında yaşıyorsanız kısa bi süreliğine bu durum hoşunuza gider yanlarında fazlasıyla zeki  ya da kültürlü kaldığınızı bilirsiniz hatta onlar da söylerler "bu kadar çok şeyi nereden biliyorsun" derler hayret ederler anlattıklarınıza düşündüklerinize. Fakat sonrasında artık neyden bahsettiğinizi anlamamaları canınızı sıkmaya başlar sordukları basit sorular "bu kadar da olmaz" dedirtir. Hayata bakış açılarının darlığı olaylara verdikleri peşin hükümler basit dertleri canınızdan bezdirir.
-Salak dostun olacağına akıllı düşmanın olsun- vecizesine hak verecek kadar matah birşey zannedersiniz kendinizi .
Sonra gayet zeki bulduğunuz arkadaşlarınız gelir aklınıza. Gerçekleri daha çabuk kavradıklarından daha acımasızdırlar, zaaflarınızı keşfedebilir ve canları isterse kullanadabilirler. Siz de kendinizi daima tetikte hissedersiniz. Duygularınızı korumaya alırsınız ve başkalarının çıkmazlarını bulursunuz savunma amacıyla. Doğal davranamaz yaptıklarınıza yapacaklarınıza dikkat edersiniz. Sizin fark ettiklerinizi onların da önceden sezmiş olacağını tahmin edersiniz vs bu süreç uzar gider.
Sonra zeki insanlardan da arkadaş olamayacağı kanısına varırsınız. Bir insan ne kadar zekiyse o kadar kötü gibi gelir.
Sonuç olarak da hiç kimseden doğru düzgün arkadaş olamayacağından şüphelenirsiniz.
Burak olmasa bu yazdıklarıma üzülürdüm neyse ki şimdi sadece birer tespitler.