Sayfalar

Tevazunun Amaçları

Mütevazı insanı şirin biri gibi gördük, tevazuyu kutsadık. Tahmin edebilir miydik alçak gönüllülüğün topluluğa girmek için tatlı bir silah olarak kullanıldığını? Komplimanları önemsemiyor hatta kendisine edilen iltifatların içeriğine inanmıyor görünmek ve böylece daha fazla övgü toplamak... Hem güzel hem mütevazı, hem farkındalıklı hem kibirsiz olmak, daha doğrusu olmaya çalışmak.

En çok ve en rahat iltifat ettiğimiz insanların aslında bizim olduğunu söylediğimiz kadar zeki, duyarlı, kültürlü olmadıklarını biliriz. Kendine güvensiz; davranışlarının, beyninin ya da vücudunun hoşluğu hakkında bir fikri olmadığını düşündüğümüz kişiler bizden en fazla güzel söz duyanlardır. Pek az kimse kendine rakip olarak görebileceği nitelikteki birine komplimanda bulunabilir o da karşıdaki insanın narsizm minimalistliğinden kaynaklanır.

Bilmem farkında mıyız ama bugünlerde çoğu insan mütevazı ve olgun karakter rolünü oynuyor, takdir edilmek ve takdire şayanlığının başkaları tarafından bolca ve rahatça ifade edilebilmesi için...
Bu kişilerin emellerine ulaşmasını engellemenin yolu da her başarılarının normal olarak karşılanmasından geçiyor. Çünkü normalliğin alçak gönüllülüğü yapılamaz.

Sakladığım Bir Sır Kalmasa Keşke

Birinin bana kendini açması, verdiği her sır sırtımda ağır bir yük.
Kendi sırlarım yüzündense kambur olmak üzereyim.
İşin en kötü tarafı bu yükten hiçbir zaman kurtulamayacak olduğumu bilmem.

Başlıksız

Düşünmek ve öğrenmek arasında dağlar kadar fark var. Önce bunu anlamalıyız.

Felsefenin Var Olmasını Sağlayan Tanrı

Bilim geliştikçe felsefe kan kaybeder fakat yine de yok olmaz.
Felsefenin gelecekte de var olacak olmasının nedeni tanrıyla ilgili yargılarımızdır. Başlıca yargıysa tanrının "iyi" bir varlık olduğudur.

Benim Twitterım Yok ki

Belirtmek istediğim bir şey var;
Twitter'daki Pink Freud ya da Pinky Freud ben değilim hatta açılmış bir hesabım bile yok.
Facebook'um bile yok. Anlayacağınız blog hariç herhangi bir paylaşım sitesine üye değilim(aa dur tumblr da hariç ama onunla ilgilenmiyorum). Blog adresini alırken de, bloga Pink Freud adını verirken de twitterdaki Pink Freud'dan haberdar değildim. Birkaç kez (olmayan)tweetlerim hakkında yorum yapılınca söylemek istedim.

Kasıntı Öztürkçeye Hayır!

Şu öztürkçeleştirmeye bi son verin!


Romantizm yerine Coşumculuk
Pastoral yerine Çobanlama
Paralel yerine Koşut
Sadist yerine Elezer
Simetri yerine Bakışım
Empati yerine Eşduyum
Sempozyum yerine Bilgi Şöleni
Sendrom yerine Belirge
Enerji yerine Erke
Sarhoş yerine Esrik
Bakire yerine Erden
Sinerji yerine Görevdaşlık
Çip yerine Yonga
Jakuzi yerine Sağlık Havuzu
.

Ne bu ya ne bu?! Okuduğumdan bir şey anlamıyorum başlarım böyle türkçeye. Ateizm yerine tanrıtanımazlık deyince kelime yerini bulmuyor tad vermiyor. Olmuyor zorla güzellik olmuyor!

Dile yerleşmiş kelimeler ne diye söküp atılmak isteniyor bilmem! Nesil farkı oluşsun benim, dedemin kitaplarında neyden söz edildiği hakkında hiçbir fikrimin olmaması gibi bizim okuduğumuz kitapları da torunlarımız anlamasın... Amaç bu.

Neymiş sömürge uluslar gibi dilimize sahip çıkamıyormuşuz. Hadi canım! Ekonomimize, sanayimize sahip çıktık sömürge olmadık da dildeki yabancı kökenli sözcükler yerine -gaç, guç eklemeli kelimeler getirmeyince mi sömürge olduk!

Geçenlerde okuduğum kitabın yayınevi öztürkçe basım yapacağım diye kasa kasa bir hal olmuş. Sinirim bozuldu okuyorum anlamıyorum illa sözlük kullanmam gerekiyor, sözlükten bakınca da aslında konuşma dilimizde sıkça kullandığımız söz, söz öbekleri yerine kasıntı ama öz be öz türkçenin tercih edildiğini görüyorum. Hal böyle olunca kitabı attım bir köşeye sonra TDK'nın sitesi girdim, sözcük öztürkçeleri diye bir bölüm var. Mesela terapi yerine tedavi yazmışlar. Tedavi Arapça deva kökünden türemiş bir fiil, başına Arapça'da isimleri eylem yapan "te" konulmuş deva bulmak anlamına geliyor bu haliyle. Aman Latin kökenli değil Arap kökenli kelimeler kullanalım konuşurken! Terapi yerine tedavi lütfen! İşin ilginci niye öztürkçe bölümünde bu sözcük? İyice gerildim.

Fanatik'in çevirisi olarak da bağnaz'ı koymuşlar. -Evet sayın seyirciler fenerbahçe bağnazları tribünleri yavaş yavaş doldurmakta( dur bir dakika tribünün karşılığı ne?) "Sekilik" çıktı. Baştan alıyoruz;
-Evet sayın seyirciler fenerbahçe bağnazları sekilikleri yavaş yavaş doldurmakta.
Aslında seyirci yerine izleyici denilmesi gerekiyor deyip durumu abartmak istemiyorum.

Dilde yenileşme hareketleri Tanzimat'tan sonra özellikle Genç Kalemler dergisiyle ivme kazanmış. Daha sonra harf inkilabı, Türk Dil Kurumu'nun kurulması derken acele bir sadeleşme ve özleşme hareketi baş göstermiş. O zaman için gerekliymiş de bu çalışmalar, Özellikle 19.yüzyılda halk Arapça, Farsça(Osmanlıca) esintili kelimelerin ve Orta Asya gramerinin harmanı bir dil konuşurken aydınlar Fransızca başta olmak üzere Avrupa dillerini kullanıyormuş. Dolayısıyla sınıf farkından doğan dil çatışmasının engellenmesi icap etmiş. Ama günümüzde böyle bir çabaya gerek yok.

Üstelik dünyada ortak terimlerden oluşan bir bilim, felsefe, sanat dili vardır ve öyle kalmalıdır da... "Ahmet Mithat Efendi
eserlerini coşumcu bir tarzda kaleme almıştır."

-Ku -gaç -daş -ge li hecelerin çok bulunduğu cümleler ve konuşmalar kulağa ve göze hiç hoş gelmiyor. Çincenin bir değişik versiyonu gibi. Böyle sesler çıkaracağımıza Avrupa fonetiğini kullanalım daha iyi. Hem de yabancı dil öğrenmek daha kolay bir hal alır, ortak olan sözcükler unutulmaz çünkü. Tabi buna karşı çıkanlar olacaktır dilimiz kültürümüz aman aman diye fakat dil iletişim kurmak yani insan hayatına yarar sağlamak amacıyla oluşturulmuş sesler bütünüdür ve dile pragmatist şekilde yaklaşılmalıdır. Bu arada pragmatizm yerine yararcılık? I-ıh olmuyor..

Trainspotting Ve Genç Werther'in Acıları'nın Düşündürdükleri

Genç Werther'in Acıları'nın insanları intihara meyilli hale getirdiği söylenir özellikle de gençleri.
Fakat bana ters etki yaptı intihardan soğudum, soğumakla kalmayıp tırstım da.
Zavallı Werthercik, kafama sıkıp gideyim buralardan derken alnına sıkıp bütün gece beyni akmış şekilde ölümü bekledi.

Oysa ki bana silahla intihar en kısa süre acı çektiren, en kesin çözümmüş gibi geliyordu.
Bir de aşırı doz uyuşturucudan ölmek var; tabii şanslıysan, eğer bir salak seni hastaneye falan götürürse, sen de ağır hasar almışsan sinir sistemin felç olmuş şekilde yaşamak zorunda kalabilirsin. Bir de öldürücü dozun miktarını, yapılış şeklini bi eroinman bilir ancak. Şimdi bana damarını bul enjeksiyondaki sıvıyı boşalt deseler kalırım öyle. Dün de Trainspotting'i izleyip bozuk psikolojimi iyice bozdum. Gerçi orada intihar eden falan yoktu ama bolca eroin tüketmek de bir nevi ölüme niyetlenme.

Çokça ilaç yut desen o da ölmemek açısından çok riskli, karaciğerin iflas eder hastanede ciğer bekleyerek yaşamaya devam edebilirsin.

Daha birçok yöntem bulunabilir tabi ama hangileri acısız olacak?
Yüksek bina bulup çatısına çıkmak çok zahmetli ve tantanalı."Gençlerimize Ne Oluyor" başlığında anahaber bültenlerinde, gazete sürmanşetlerinde sık sık adınız geçer artık.

Ben kendime hedef koymuştum geçenlerde; 30 yaşıma kadar yine böyle mutsuz olursam, hayattan beklediğim hiçbir şeyi elde edemediysem intihar edecektim. Tabi burada lay lay ölmeyi planlıyorum deyince işin bi ciddiyeti kalmadı. Ama gerçekten beynim akmış şekilde ölümü beklemek istemiyorum. Neyse.

Görüngü

Yine depresyon. Yine insanlar gözüme böyle gözükmeye başlayacak.
Ben dahil.

Başlıksız

Facebookta, in relationship with yapanlara neden bu kadar gıcık oluyorsam.. Lanet.

Yabanileşmek

Bir yandan doğduğum güne lanet ediyor bir yandan okulun merdivenlerini ayaklarımı sürüye sürüye tırmanıyordum. İnsan içine çıkıyorum saçım ne halde acaba diyerek lavaboya yöneldim. Ayaklarımdan birini tuvalete atmaya muvaffak olmuştum ki eşikte kim olduğunu bilmediğim bir kız gülümseyerek "günaydın" dedi.
Bu kız da kim ki? Birisine mi benzetti niye bana günaydın diyor? Imm eski okulumdan mı liseden mi ortaokuldan mı, dersaneden mi tanıyor acaba, komşumuz olabilir mi? Hala gülümseyerek bakıyor? Beynimde fırtınalar koparken bir yandan da kızın yüzüne tanımlanamaz cisim görmüşçesine bakıyor olmalıyım ki kızın gülümsemesi bir süre suratında asılı kaldı ve sonra da soldu.
-"Tanışmıyoruz sadece günaydın demek istedim."
Artık nasıl bir yabani hal aldıysam, tanımadığım bir insanın bana günaydın demesi ihtimalini beynim sindiremedi. Özellikle de bir kızın..
Orada normal bir insan evladının vereceği tepki;
Gülümseyerek "Sana da günaydın", "aa ben de nereden tanıyorum diye bakıyordum", en azından "teşekkürler"di.
Bense "mmm" dedim duygusuz bir şekilde. Hatta demedim bile homurdandım. Ses çıkarmaya çalışmak sonucu ortaya çıkan anlamsız nağme. Sonra kıçımı dönüp aynaya bakmaya gittim.
İsteyerek yaptığım bir şey değildi. Hatta o kadar önemli bir olay da değil. Ama niye bu kadar yabanileştim diye sormadan edemedim. Çünkü savunma mekanizmam sayesinde artık insanlara karşı genel tavrım bu. Ben orada seni takmazken aslında kendimi koruyordum. Özür dilerim yabancı kız.

İnsan Bi Çeşit Su


Su nasıl bulunduğu kabın şeklini alıyorsa insanlar da bulunduğu ortamın şeklini alabilir.
İpek giysinize bulaşıp leke yapabilir.
Elinizden akıp gidebilir, b
uhar olup uçabilir
Değişebilir.

Egoist Sevgi İsteği

Birinden nefret edince istiyorum ki herkes ondan nefret etsin.
Ama sevdiğim kişinin herkes tarafından sevilmesi gibi bi isteğim yok.
Hatta onu kimse sevmesin sadece ben seveyim.
Hatta ve hatta o da kimseyi sevmeyip beni severse, sevgiye karnım doyar.
Paçalarımdan akan bencillik buharlaşıp ciğerlerime tatminsizlik olarak doluyor.
Çünkü ne nefret ettiğim insandan herkes nefret ediyor ne de "sadece beni" seven biri var.

İzmir ve Güven

İzmir'in havasına gerçekten güven olmaz. İnsanlar burada kışın değil baharda üşütüp hastalanırlar. Tek belli olan şey Aralık ve Ocak aylarının soğuk geçeceğidir. Hatta o aylarda bile mini etek, şort giyip ince çorapla dolaşabilirsiniz.
Peki ya kızlarına güven olur mu? Imm tanıdığım 10 kızdan 8ine olmaz. Aman boşverin bu devirde kime güven olur ki zaten?(çok kiç farkındayım.)

Ben Doğanın İstemediği Zayıf

**Aşağıda okuyacağınız yazıyı yayınlayıp yayınlamamak konusunda çok kararsız kaldım çünkü kısa bir süre öncesine kadar bir duvar ustasıydım ben. İnsanlar ve kendi zayıflığım arasına ördüğüm kalın duvarlar, beni daha neşeli daha güçlü ve daha kibirli göstermek için yarattığım yeni yüzlerdi. Doğanın bile istemediği "zayıf" olmamak için renkli boyalarla boyandım.
Ama artık inşa ettiğim duvarlardaki çatlakları kapatamıyorum. Kendimi insanlardan korumak için duvarlarla uğraşmama gerek yok çünkü hiçbir zaman bana zarar vermelerini engelleyemeyeceğim. Verdikleri hasarı onlardan saklamak konusunda da herhangi bir endişem kalmadı. O yüzden blogta günlük hayattan tanıdığım insanlar olsa bile zayıflığımı rahatça sergileyebiliyorum artık. Ve işte;


Aylardan beri bıkkınım, yıllardan beri mutsuzum dememe az kalacak zamandan beri mutsuzum. Aylardan beri zayıfım yine de güçlü gözükmeye çalışıyorum. Aylardan beri son kullanma tarihi geçmiş küçük sevinçlerle yetiniyorum.
Aylar geçiyor, değersiz, anlamsız ve sevimsiz aylar..


Elimde sıfır var, midemdeki boşluk kadar sonsuz bir sıfır. İmge yaratmak için uğraşmıyorum sahiden midemde bir boşluk var, bütün kırgınlıkları, incinmişlikleri içine çekiyor ve doymak bilmiyor. Eskiden üzüldüğümde midem bulanırdı ağlamak yerine kusardım, şimdi ikisini birden yapıyorum.
Birkaç haftadır ağlamadığım gün yok, herhangi bir şarkı, herhangi bir söz, herhangi bir fotoğraf beni ağlatmaya yetiyor.


Okula gitmek istemiyorum çünkü okulda rahat ağlayamıyorum, hatta neredeyse rahat hiçbir şey yapamıyorum. Sorgulanmaktan, yargılanmaktan ya da dikkat çekmeye çalışıyor gibi gözükmekten o kadar korkuyorum ki.. Yaşadığım onca olaydan sonra aslında normal olmalı bu kaygı, kendi kendime yaptığım bir kuruntu olmasa gerek.


Öyle bir savunma mekanizması kurmuşum ki ailem hariç kimsenin yanında normalde olduğum kadar duygusal olamıyorum. Tamamen güçlü gözükmeye çalışmayı bırakıp derdimi anlatamıyorum. Psikologla bile sınırlarını çizdiğim çerçeve içinde konuşuyorum. Sevdiğim insanlara sarılmak, onlara ne kadar güzel olduklarını söylemek, hediyeler almak bir şekilde mutlu etmek istiyorum ama yine korkuyorum. Belki de onlar beni, benim onları sevdiğim kadar sevmiyorlardır hatta belki de hiç sevmiyorlardır sadece menfaatleri gereği arkadaşızdır. Sık sık rastlamadım mı zaten böyle kişilere.
Üstelik bir insanı içimden geldiği kadar sevsem abartılı ve yapmacık olacakmışım gibi. Peki ya olur da ilgimle bezdirirsem onları? Yapışkan biri olmak yerine yapayalnız biri olurum daha iyi..


Ha böyle sevgi pıtırcığı olduğuma bakmayın. Bazen öyle ufak bir şeye öylesine sinirleniyorum ki çok sevdiğim biri için bile "bu salakla işim ne benim" diyebiliyorum. Sevdiğim biri beni incittiğinde çeşit çeşit intikam tasarlıyorum kafamda. Affedemiyorum ve lanet kinciliğim içimi kemiriyor.
Ayrıca ya o da bana içinden salak diyorsa? Ona bile ne kadar zeki olduğumu kanıtlamak zorundayım.


Onlardan nefret ederek insanların çoğunu gereksiz yere fazla önemsiyorum. Kendimi daha da fazla önemsiyor olmalıyım ki en fazla öfkelendiğim kişi yine benim. Yaptığım her şeyden attığım her adımdan ölesiye pişmanlık duyuyorum. Beynimden kurtulmak, kendime hesap vermeyi bırakmak istiyorum. Düşünceler insana bu kadar işkence edebilir mi?


Bugüne kadar olmasını gerçekten çok istediğim hangi şey gerçekleşti? Söyleyeyim mi ?
"Hiçbiri".
Annemse yüz binlerce kişinin benim yerimde olmak isteyeceği fikrinde. Sayının bu kadar fazla olmasının nedeni Afrika kıtasının varlığı.
"Hayatta hiçbir şeyi böylesine çok istememeli"ymiş insanlar anneme göre. Elimdekilerle yetinemeyen ben, mutsuz olmaya ya da hayallerimden vazgeçmeye mecbur bıraktırılıyorum.
-"Daha yaşın küçük, gençsin önünde çok güzel günler yaşayacağın bir ömür var." Umarım yoktur.
Çünkü bir yıl önce de aynı martavalları dinliyordum. Yaşım küçük ama insanlıktan iğrenmeye yetecek kadar şey yaşadım. Hatta insanlıktan iğrenmek için çok şey tecrübe etmeye de gerek yok ki. Biraz gözlem ve farklı bakış açısı yeterli olacaktır. Ama belki de bunları kazanmak için çok deneyim gerekiyordur neyse üzerinde tartışılabilinir bir konu.


"Madem dişli çarklar mekanizmasında yaşıyorum ve ne kadar çabalasam da kendim de bir çark olduğum için düzeni bozamayacağım o zaman en güçlü dişlilerden biri olurum." demeye başlamıştım.
Fakat sorun şu ki ben bu kadar hırslı bir insan değilim ve olmaya çabalasam dahi olamayacağım. Üstelik gerçekten bir konuda hırslandığım zaman yıpranıyorum. Hayata ve insanlara uyum sağlayamamamın nedeni de "hırssızlık" olmalı. Ama diyemiyorum ki "kusura bakmayın ben zayıfım dişlerinizin arasında olmak istemiyorum a pardon dişlilerinizin.."


Neyse bilgisayarı kapatıp uyuyacağım, uyanacağımı düşünüp yatacağım. Umarım işler bu sefer de planladığım gibi gitmez.

Anne Sence?

"Dışarıdan nasıl biri olarak gözüküyorum?" diye sordum anneme.
"Kendini beğenmiş" dedi.
Demek ki rolümü iyi oynuyormuşum anne.

Varlığını Kanıtlama Çabası

Birine yapabileceğiniz en kötü şey onu "yok saymak"tır.
İnsanlar, kendi varlıklarının başkaları tarafından tasdik edilmesine o kadar muhtaç ki...

Sizi önemseyen birine -ki bu kişi sabah size günaydın deyip gülümseyen biri bile olabilir- yapabileceğiniz en büyük duygusal işkence yine onu "yok saymak"tır.
Ben varım! Benim varlığımı kabullenmesin! Hey sen! Hey!

Mevcudiyetinin başka kişilerce onaylanmasına gerek duymadan var olabilen kişi; sana şapka çıkarıyorum buradan. Her kimsen... Henüz karşılaşmasak da...

Bloga Bağlanmak

Eskiden öğrendiğimde heycanlandığım, okuduğumda keyiflendiğim, izlediğimde depresyona girdiğim film, kitap, makale, kişisel deneyim vs şeyleri arkadaşlarıma anlatmak için sabırsızlanır, telefon eder, mesaj çeker, yolunu keser, evine gider ve dinlemeye mecbur ederdim.

Anlatacağım şeyi nasıl anlatacağımı; serim düğüm çözüm bölümlerini kafamda oluşturup hikaye ederdim.
Artık anlatış anımdaki coşkumu, mimiklerimi, jestlerimi siz hayal edin!

Şimdiyse onlara ihtiyacım kalmadı çünkü blog var.
"Yazmak, yemek içmek kadar hayati bir ihtiyaç" derler ya yazarlar.
Aslında yazmak değil paylaşmak hayati bir ihtiyaç.
Paylaşım gereksinimini yazarak gideren insanlar var. Onların elinden kalemi ya da klavyeyi alırsanız hayat damarlarından birini kesmiş olursunuz.

Birkaç gündür kafamda bloga yazmadığım konu kalmadı. Ama internetimde sorun olduğundan yazılar sadece zihnimde kaldı ve unutulmama mücadelesi içinde yaşama tutunmaya çalışıyorlar.
Son zamanlarda kendimi blogla konuşur halde buldum. Bunu anlatacağım şunu yazacağım o resmi önceki yayınladığım şeye koyacağım vs vs. Şu anda da ne kadar çetin şartlar altında bilgisayar kullandığımı bilemezsiniz, çocuklar üstüme zıplıyor, şu çıldırmış çocukların bir tavşanı var kötü kokan, o masanın üstünde bana bakıyor. Bunlara rağmen yılmadım.

Resmen bloga bağlanmış durumdayım. Korkmuyorum değil...

Kaç İnsan

Bir kopuş anında şefkat görünce uzanan elleri tutmayacak kaç insan var?