Sayfalar

Öyle

Dünyadaki en acımasız yerlerden biri de bebek mezarlıklarıdır.
Minik minik kabirler. Neredeyse tatlı diyeceğim geliyor.
Ufacık gözler hiç açılmadan kapandılar belki.
Belki de içlerinden sarışın olanları ayaklarıyla oynamayı çok severdi.
Yaşasalardı saçları koyulaşacaktı belki.
Belki de "küçükken ben sarışınmışım" diyeceklerdi.

Baby Killers

Osmanlı bildiğin BEBEK KATİLİymiş. Padişahların, şehzadelerini öldürdüğü yetmediği gibi bir de torunlarının katledilmesini emrediyorlarmış. 2-3 yaşındaki bebekler öldürülürken din adamlarının eli armut topluyormuş anlaşılan, kardeş katline de cevaz verdiklerine göre. Şehzadeler ve sadece ailenin erkekleriyle de sınırlı kalmıyor çoğu zaman haremleri de yok ediliyormuş. Bir de gelmişler "Osmanlı adaletli bir İslam devletiydi" diyorlar.
Daha birsürü örnek var fakat bebeklerin bile potansiyel bir asi bir devlet bölücü olarak görülmesi sebebiyle boğazlanmaları yeter de artar bence.
Bir de zamanın şartlarına göre düşünelim bık bık muhabbetleri yapılıyor. Bir bebeği öldürmek 500 yıl öncesiyle günümüz zamanına oranla çok fark etmiyor. Nasıl ki yamyam kabileler iğrenç geliyorsa "ama ilkçağda yaşıyorlardı canım" savunması yapılamıyorsa nasıl ki yamyamların olduğu dönemde sadece bitkilerle ve hayvanlarla beslenen insanlar da varsa bu da bir zorunluluk değil seçim oluyor. Parallel reasoning.
Kullanabilinecek en mantıklı cümle Osmanlının ortaçağda daha gelişmiş daha zengin olması ve refaha bağlı olarak daha az vahşi daha çok medeni davranmaları o da Avrupaya göre.
Ya da dersin ki devlet zaten her zaman çıkarlarına göre hareket eden acımasız bir kurumdur o zaman amenna.
Lakin gelip de diyemezsin Osmanlı şöyle şefkatli böyle vicdanlıydı ceddimiz bir melekti ecdadımız iyilik perileriydi.

Başlıksız

Bir gün öleceklerini bildikleri halde insanlar nasıl bu kadar hırslı olabiliyorlar? Bir gün öleceğimizi bildiğimiz halde nasıl bir dünya kurduk? Bir gün öleceklerini bildiğimiz halde onlara nasıl kötü davranabildik?
Bütün bildiğin diller ezberlediğin kelimeler uçacak ünvanların silinecek bütün anıların kaybolacak bütün heyecanların aşkların sevişmelerin ya toprak ya kül olacak. Arkandan belki ağlanacak belki ağlanmayacak. Belki birkaç gün yas tutulacak belki tutulmayacak belki birkaç ay akıllara geleceksin belki gelmeyeceksin.
Eninde sonunda unutulacaksın. Eninde sonunda unutacaksın. Olması gereken de bu diyorlar. Olması gereken gerçekten bu mu? Hayatın gerçeği sevdiklerini çürüsün böceklere yem olsun diye toprağa atıp gitmek mi ve buna rağmen her şeye devam etmek mi? Unut ve yaşa. Cennete inan ve unut.

Bok

Küçükken ilk kadın peygamber olacağımı düşünürdüm daha doğrusu ümit ederdim nasıl bir kafa benimki? Ben ne zaman normal insanlar gibi hayattan zevk almaya başlayacağım?
Çirkinliklere alışabildiğim bir vakit gelecek mi? Kafama dünyanın sorunlarını saçmalıklarını takıp ağlamayacağım bir zaman olacak mı? İnsanların acılarını dert etmeyeceğim?
Ne zaman eleştirmekten vazgeçip biraz da keyfime bakacağım? Ne zaman insanlara bakıp mezarlıklarını hayal etmekten kurtulacağım? Ne zaman ölüp de solucanlara yem olacağımızı unutacağım? Ne zaman yaşamımı kabullenip isyan etmek için birilerini bulmaya çalışmayacağım? Ne zaman oraya buraya saldırmaktan vazgeçeceğim?
Ne zaman iyileşeceğim?

Sigara Üzerine

Açık alanlarda sigara içme yasağı gündemdeyken konuyla ilgili halihazırda bulunan fikirlerimi yazmak istedim. Öncelikle ben smoker değilim amma ve lakin herhangi bir maddenin smoke edilmesi olayına da asla ve kat'a karşı değilim. Marijuana(bizdeki esrar) kullanımının illegal olmasına anlam veremiyorum veya tütün vergisi artışından banane demiyorum mesela. Neyse.

Eti bile çoğu zaman doğru düzgün sindiremeyen ve her sabah çamaşır suyu içmişim gibi yanan bir mideye sahip olduğumdan sigara kullanmadığım gibi alkol, kafein, asitli içecekler gibi fazla tüketildiğinde hastaneye düşürebilecek maddelerden de elimden geldiğince uzak durmaya çalışıyorum. Henüz sağlık kurumlarına ve personellerine pek aşina olmayan tuzukurular için bu konuları ti'ye almak kolay.
Açıkçası ben kanser, aids vs hastası olmaktan da çok korkuyorum aynı şekilde felce uğramaktan ya da bir kaza sonucu kolumu bacağımı kaybetmekten..
Amacım 100 yaşına kadar yaşamak falan değil ama yaşadığım sürece de o poliklinik senin bu sağlık ocağı benim dolaşıp durmamak ve en önemlisi de birilerine muhtaç olmamak .
Bizzat kendimin çok ciddi bir rahatsızlığı olmasa da çocukluğum hastanelerde geçti. Doktorların hemşirelerin insanları kese biçe insan etine karşı ne kadar duyarsızlaştıklarına şahit oldum. Paranın, statünün ve görünüşün ne kadar etkili olduğuna şaşırdım. Engelli bebeklerin defolu, kanserli hastaların devlet hazinesine yük olarak görüldüğünü öğrendim. En acımasız yerlerdir hastaneler. Bir de hapishaneler.

Bazı ergenler görüyorum yaşı 30 olsa bile ruhu hala ergen kalanlar, dalga geçiyorlar. Kahkah kihkih sigara içmek öldürüyormuş zaten yaşamak isteyen kim! Güzel kardeşim öldürse iyi. Amiyane halk tabiriyle olacak belki ama "süründürüyor". Sürünmek kelimesi öyle bir çırpıda okunup geçilecek bir anlama sahip değil.  Ve sürünen sadece siz olmuyorsunuz aynı zamanda aileniz sevdikleriniz de zarar görüyor. Yakınlarınız, siz modern tıptan cevap alamadığınız zaman sizin için çeşit çeşit alternatif tedavi yöntemi araştırıyor, masaj terapisi mineral terapisi ses terapisi şu terapisi bu terapisi bir sürü masraf ediyor hatta çaresiz kalıp üfürükçülere başvuruyorlar. Hastalık sadece hastada değil çevresinde de kalıcı hasar bırakabiliyor.
Ha "zaten ölümcül bir hastalığa yakalanırsam yaşamak için mücadele etmeye gerek görmem bir şekilde intihar eder kurtulurum" kafasındaysan amenna! Ama sanmıyorum ki bir hastalık durumunda kişi hayatından kolayca vazgeçebilsin. İçgüdüsel olarak hem vücut hem beyin kendini korumaya alıyor ve iyileşmek için savaşıyorsun elinde olmadan.
Tabi ki bu demek değildir ki her sigara kullanıcısı akciğer kanseri olacak, gırtlak kanserinden nefessiz kalacak, kalp damarları tıkanacak, ülserden geberip gidecek. Ama bulunduğunuz eylemin risklerinin farkında olun, ölümden korkmayan cool genç ayaklarında tecrübesizce ahkam kesmeyin.
Bir de sigara içmeyenlerden nefret eden tipler var ki sormayın. Onlara göre sigara kullanmayanlar hayatın sillesini yememiş, düz, yüzeysel prototipler.
İnsanlar bir konuyu enine boyuna düşünmeden hemen nasıl da kolaya kaçıyorlar. Şaşılacak şey doğrusu.

Son olarak yasakların gelişmemiş toplumlar için var olduğunu düşünüyorum. İnsanlar sigarasını bir başkasının yüzüne üfleyerek içecek kadar aymaz ve görgüsüz olmasalar mesela, kimse kimsenin sigarasını nerede ve ne şekilde içtiğine karışamaz. Ama türk milleti işte otobüs duraklarında ve kuyruklarında bile yanındaki kişinin alerjisi varmış yokmuş hiç düşünmeden, birazdan otobüs gelecek kaygısıyla sigarayı hunharca sömürdüğünden onun dumanı kimi rahatsız ediyor umurunda değil.

Ekşisözlükteki yorumları okuyorum da sigaranın kapalı alanlarda kullanım yasağını faşizm olarak nitelendirip
kendilerine saygı bekleyenler olmuş.
Ben de durakta oturan kadının ağır parfümünün kokusundan rahatsız oluyorum o zaman ne yapacağız diye soranlar olmuş.
Sanki fabrikalar arabalar doğayı kirletmiyor da insanlar hala dumansız hava sahası diyorlar şeklinde sabuklayanlar olmuş.
Hmpfs.

Gam

Doğduğumdan beri değil ama kendimi bildim bileli normal mutlu bir yaşantım olmadı. Son zamanlarda şimdiye kadarki hayatımın en rahat en güzel günlerini yaşıyordum ki üstüne yine gölge düştü. Her mutluluğun bir sonu olduğundan huzurumun ne vakit bozulacağını merak ediyordum zaten.  Başıma gelenleri yazamam çünkü bunları bloga yazı malzemesi etme fikri çok iğrenç geliyor. Hem de burada yayınlanamayacak kadar uzun benim hikayem daha doğrusu bizim hikayemiz.
Ama insan arada saklamaktan yoruluyor bütün bu başından geçen olayları kaldırabildiği için takdir görmek istiyor veya kaldırabilmek için anlayış. Belki ileride bir otobiyografi kitabı çıkarırım ama kendimi tamamiyle ifşa etmeye ne zaman hazır olurum bilmiyorum.
Tüm acılarını tüm elim anılarını anlatabilen insanlara imreniyorum, ara ara garipsiyorum bazen de ayıplıyorum ne yalan söyleyeyim. Acılarından prim yapmaya bakıyorlarmış gibi geliyor.
Bense yakın arkadaşlarıma bile her şeyi açık açık anlatamazdım yakınıyormuşum gibi gözükmemek için. Paylaştıklarım hep sınırlıydı ki bazılarını da paylaşmak zorundaydım, sorduklarında yalan söylememek için bilhassa da utanmadığımı göstermek için.
Bazen de bahsetmezsem saygısızlık yapmış olacağım, görmezden geldiğimi sanacaklar diye anlattım. Böyle karmaşık bir durumdu bizimki. Veya ben her zamanki gibi işleri zorlaştırdım iyice.

Şimdiyse tüm sıkıntılarımı sansürsüz şekilde birine anlatabiliyorum. Birine derken kastettiğim alelade birine değil sadece bir kişiye.
Geçen gün de başka bir arkadaşıma sözettim çok şaşırdı. Yalnızca sözetmiştim oysa ki, detaylı anlatsam ne diyecekti kim bilir. Bu iki dışında yeni acımı kimseyle paylaşmayacağım.

Bağırmak istiyorum "hepiniz çok küçük çok yüzeysel insanlarsınız basit dertlerinizi ölüm kalım meselesi haline getiriyorsunuz hiçbir şeyi hak etmiyorsunuz oksijen israfısınız!".
Bininci sevgilisinden ayrılmış ağlıyor, arkadaşları arkasından konuşmuş ağlıyor, akrabaları ona küsmüş ağlıyor, arabasına benzin alamamış ağlıyor, dersinden kalmış ağlıyor, aldatılmışmış ağlıyor. Ağlamayın hepiniz geberin.
Hatta ben fakirliği de küçümsüyorum, çaresi var zira. Cana geleceğine mala gelsin. Ebeveynlerinin ayrılması da öyle abartıldığı gibi çok büyük bir travma değil çocuk için.

Öyle sorunlar var ki kimse teselli edemiyor. "Başınız sağolsun o şimdi cennette", "beterin beteri vardır", "allah acil şifalar versin". Verilen teselliler de para etmiyor kısacası.
En büyük keder kronik ve ağır hastalıklardır mesela kanserdir. Ama kanser bile bütün umutları silip süpürmez, kanserde bile gerileme ve iyileşme ihtimalleri vardır.
En büyük kederden daha büyük keder de vücuttaki sakatlık beyinsel işlevlerdeki eksiklik yani engeldir. Çünkü iyileşme şansı olmadığı gibi kötüleşme olasılığı vardır.
En büyük kederden daha büyük ve çaresiz keder ise ölümdür.

Ölmeyi hak etmeyen insanları kaybettiğimizde yaşamayı hak etmeyen insanlardan daha bir nefret eder oldum.

Garip Bir Fobi -Işık Korkusu-

İnsanların karanlıktan korkma durumları literatürde akluofobi olarak geçer. Özellikte çocukluk çağında normal olmakla birlikte her yaşta rastlanabilir bir fobi türüdür. Tuhaf olansa bunun tam zıttı olan fotofobi yani ışıktan ürkme halidir. Yakın zamanda fark ettim ki ben de bir fotofobik haline gelmişim. Fazla aydınlatılmış alanlardan aşırı rahatsız oluyor ve oradan kaçma isteği duyuyorum. Çoğunlukla kozmetik ürünleri satan mağazalar kuyumcular parlak beyaz ışık kullanıyorlar ve ben bu tür dükkanların vitrinlerine bakarken bile huzursuz oluyorum.
Ama sadece yapay floresan değil güneş ışığı da tedirgin ediyor. Öğlen acil olmadıkça dışarı çıkmıyorum sürekli sığınacak bir gölge bir loşluk arıyorum. Tabi kimse güneşin altında kalmaktan hoşlanmaz ama mesela ben bir grupla yürürken içgüdüsel olarak gölgeye doğru yürüyorum yani koşuyorum neredeyse.
Bilgisayarın parlaklığı için high performance modeu bile benim için katlanılmaz. Başımı ağrıtıyor zira.
Bu yaz annemlerin ısrarıyla ben de onlarla beraber yazlığa gittim ama orada güneşlik perdeler ne kalın ne de koyu yani evin içi aydınlık. Ben nasıl mutsuzum anlatamam odadan odaya kaçıyorum her yer aydınlık! Bu sebeple uyuyamıyorum da. Sabah 5te kalkıyorum bir daha yatacak loş bir yer bulamıyorum. Sürekli ağlıyorum sinirleniyorum ve babam dayanamayıp beni eve bırakıp geri dönüyor. Eve döndüğüm an vurup kafayı yatıyorum güzel bir uyku çekiyorum.
Hakeza İstanbula gittiğimizde de odaya özellikle sabahları güneş vuruyordu bittabi bana uykular yine haram olmuştu. Bu arada kaldığımız ev denize yakındı ve martılar korkunç çığlıklar atıyordu. Burakın sıcak diye pencereyi sürekli açık tutması sayesinde içeri haince süzülen güneş ışıkları ve vahşi martı çığlıkları yüzünden uykuda sıçraya sıçraya bir hal olmuştum.
Evimizin dört bir yani binalarla kaplı dolayısıyla pek güneş görmüyor. Yuvam benim! Bundan önceki evimiz de çok aydınlık olmazdı. Belki alıştığım için bu tepki. Belki de çocukluğumdan beri saklamam gereken çok şey olduğundan belki de sürekli ama sürekli gerçek duygularımı belli etmemeye çalışmaktan. Belki güneş alerjimden belki yanmayı sevmediğimden.
Yalnız şöyle bir şey oldu geçen gün evin kapıları değişti önceden camlı olan banyo kapısını camsız bir kapı modeliyle değiştirdiler. Eskiden ben banyo yaparken koridorun lambasını yakar kapının camından giren ışıkla yıkanırdım. Birkaç gün duşa giremedim banyo çok aydınlık diye. Bir kere girişimde bulundum ışıklar açıkken dişimi fırçalamaya çalıştım ama olmadı kaçıp odama sığındım sonra ampulü daha küçüğüyle değiştirdim yine başaramadım. Bir ara evdeki herkes dışarı çıkınca ben de koridoru aydınlatıp banyo kapısını açık bırakarak yıkandım. Tövbe yarappim.
Sembolistler de aynı şekilde güneşten floresandan ampulden hiç hazzetmezler. Akşam loşluğuna taparlar. Ahmet Haşim de kendini çok çirkin bulduğu için severmiş karanlığı. Ama benim durumum daha farklı ben ışıkta kimseyi görmek istemiyorum ışığın kendisini görmek istemiyorum! Zaten her şey daha çirkin ışıkta orası ayrı.
Öyle işte bana yapılacak en kötü işkence her yanında parlak lambalar bulunan bir odaya hapsetmek falan olmalı. Baş ağrısı ve uykusuzluktan döne döne can veririm. Neyse buradan niye tüyo veriyorsam.

Toplumuna Ve Dinine Göre İnsan Seçmek


Saat sabahın sekiz buçuğu, ben hala uyanığım. Sıkıntıdan ekşi sözlük okuyorum her zamanki gibi yine sinirleniyorum. Kızdığım şey düşündüklerimin zıttının savunulmasından ziyade ahkam kesilmesi. Ermeni soykırımı başlığını okuyorum ki genelde böyle herkesin bol keseden attığı evrim teorisi ateizm atatürk vb başlıklara girmem. Sadece entrylerini beğendiğim bazı yazarlar bu konuda ne fikir beyan etmiş diye merak edip tıklarım.
Öncelikle fanatizmin her türlüsü bana saçma geliyor; din mezhep ırk takım.. Ve bir de insanları etnik kökenlerine yani genetik kalıtımlarına göre değil dahil oldukları güruha yani toplumsal kalıtımlarına göre değerlendiririm. İnsanları asla yargılamam tamamen önyargısız bir meleğim! falan diyeceğimi sandıysanız yanıldınız.  Maslow'un Hierarchy of Needs Theorysini kabul ederek gelelim toplumsal kalıtımın ne olduğuna. Birkaç gündür bu konuyla ilgili bir sonuca varamamaktan dolayı sıkıntı içindeydim. Kabaca fakirlik eşittir gelişmemişlik, tamam ama başka hangi etkenler gelişime olumsuz etkide bulunuyor?
Ekonomik şartlar önemsenmeden toplumun uygarlaşması sadece bireylerinin zeka seviyesine mi bağlıdır? Hayır! Ülkelerin gelişmişliği teker teker vatandaşlarının iq miktarına göre değil bütünlük halinde halk olarak geçirdikleri sosyolojik evrelere bağlıdır. Yani en basitinden şöyle örneklendireyim; farklı insan gruplarına aynı miktar bütçe ayrıldığında bu ödenekle birbirleriyle alakasız eylemlerde bulunurlar. Kimisi verilen parayla gösteriş yapmaya çalışır cep telefonu kılıfı bile markalıdır, kimisi kendini eğlenceye adar gazinolara dadanır, kimisi bir karavan alır dünyayı dolaşır, kimisi okul hastane vs hayır işleriyle uğraşır, kimisi karısının üstüne bir kuma daha getirir, kimisi eğitimi için yurtdışına çıkar o kurs senin bu seminer benim koşar durur.

Bu değişik tutumlar zekayla direkt ilgili değildir daha çok doyumla alakalıdır. Harvardda okuyup homelesslığı bir yaşam biçimi kabul etmiş öğrencilerin varlığı buna en güzel kanıttır. Ve toplum kuralları ne kadar katıysa kişisel doyum-hayattan alınan haz o kadar azdır. Kişiler yeterli doyuma ulaşamadıklarında daha agresif ve saldırgan olurlar.
Peki toplumu bu kadar baskıcı ve dayatmacı yapan nedir? - DİN ve İKTİDAR HIRSIdır.
Şimdi bazıları karşı çıkacak, dini kendi çıkarları için kullananlarda suç! şeklinde itiraz edeceklerdir. Ben de sorarım insan neyi kendi çıkarı için kullanmadı da din gibi bir olgudan faydalanmasın? Tanrı o kadar aciz miydi ki gönderdiği dinlerin böyle yorumlanacağını hesaplayamadı.
İktidar hırsına gelecek olursak o bambaşka bir inceleme konusudur din dil ırk ayrımı yapmadan kişiyi canavarlaştırır.

Kimileri der ki kafatasçılık Darwinin Avrupalıları üstün ırk kabul etmesiyle başlamıştır. Bu ve buna benzer Afrikalıların neredeyse insan kategorisine sokulmaması, Darwinin nazilere ilham kaynağı olması gibi provokatif bilgiler Harun Yahyanın sitelerinde bulunmaktadır. Şimdiki aklım olsa kaale almazdım fakat ilk öğrendiğimde(16) şaşırmış böyle bir yorumu kim çıkarmış diye kızmıştım. Sonra düşündüm her alanda ileri olan yer Avrupa kıtasıydı bilim mi dersin sanat mı dersin özgürlük mü dersin modernlik mi dersin hepsinden bolca mevcut. Adalet için bile iç hukuk yollarımız yetersiz kalıyor ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuruyoruz.
İngilizler Fransızlar Birinci Dünya Savaşında olduğu gibi kendileri savaşmadan toprak kazanıyorlar, sömürge ediniyorlar, ülkeleri maşa olarak kullanıyorlar tıpkı Avustralyadan Yeni Zelandadan Osmanlı cephelerine asker getirmeleri, Yunanlıları Türklere karşı kışkırtmaları gibi.. Bir laf vardı "Türkler savaşta kazandıklarını masada kaybeder". "Su akar Türk bakar".
Biz Kafkas ırkı (doğu avrupa batı asya) evrimin gerisinde miydik saf mıydık salak mıydık? Çünkü bir bakınca Türkiye Yunanistan Bulgaristan Ermenistan hep aynı aslında. Ne diye birbirimizi yiyorduk? Ayrıca Afrika sömürge yapıldı insanları köle edildi çeşit çeşit işkencelere maruz kaldılar ve kendilerini koruyamadılar demek ki yeterince zeki değiller!

Şimdiyse bir dönem Avruplıların tıptan bihaber oluşunu tedavi amaçlı insan kanı içilmesini, cadı ve vampir avladıklarını, kilisenin despotluğunun ne kadar can yaktığını göz önünde bulundurabiliyorum.
Oryantalist değilim ama küçümsediğimiz Araplar Farisiler zamanında imrenilecek kütüphaneler kurmuşlar zamanın gözde şehirlerini inşa etmişler. Endülüs Emevilerinde hayran olunacak hanlar hamamlar varken Avrupanın saraylarında dahi temizlik kültürü hadi kültürü geçtim banyo diye ayrı bir yer yokmuş. Bunu da yazarı İngiliz olan, İspanyol Prenses Katalinanın(Katherine) İngiltereye küçük yaşta gelin gitmesini ardından da yıllar sonra kraliçe olmasını anlatan bir kitapta okumuştum. Yine Fransız İhtilalini konu alan başka bir kitapta da Europanın çirkin yüzü görülüyordu açık açık.

Sonra mesela Kızılderililer gerizekalı oldukları için değil yaşam biçimlerinden ötürü katledilmişler asimilasyona uğramışlardı. Bütün ezilen ırklara sempati duyuyorum İskoçlar, İrlandalılar, Boşnaklar..

Siyahiler de aynı şekilde şu an dünyanın neresinde olursa olsun bulundukları ortama uyum sağlamışlar beyazlarla aynı eğitimden geçmişler birçok düşünür bilim adamı sanatçı yetiştirmişler. Eğer söylenegelen uydurmacalar gibi insan-maymun arası bir yaratık olsalar zihinsel işlem gerektiren süreçlerde başarısız olmaları gerekirdi.

Türkiyede neden "proleteryanın sağcı elitlerin solcu" olduğu tartışılagelen bir konudur. İşte bu da Türk vatandaşlarının milli hafızası toplumsal kalıtımının bir sonucudur. Gerçi zenginler de şu an konjonktür gereği islami açılımlara yönelmişler, yeşil sermaye ivme kazanmış ve doğal olarak sağa kaymışlardır.

-Paşa ve bey-den başka soyluluk ünvanı bulunmayan Türkiye geçmişinde sınıf farklılıkları mesela bir -şövalye lord kont markiz earl baron dük- gibi asalet ünvanlarına ve hala halihazırda bir kraliyet ailesine sahip İngiltere geçmişindeki kadar belirgin değildir ve tabakalar arası dikey geçiş nispeten kolaydır. Ülkemizde işçi tabakasından bir ailenin çocuğu bile mevcut eğitim sistemiyle, okulunda devamlılık göstermişse statüsel anlamda istediği makama sahip olabilir çünkü üniversiteye (Osmanlıda daha yeni 1800'lerde kurulan üniversitenin temelleri Batı Avrupada 11./12. Doğu Avrupada 13./14. yüzyıla dayanıyor.)  giriş sınavlarında adayların kültür birikimleri, bakış açıları, hobileri, kaç dil bildikleri, hangi kurslara katıldıkları sorgulanmaz ezberlenen formüller ile biraz mantık çokça pratik istenen üniversite için yeterlidir.

Yine İngilterede işçiler arasında bile katmanlar mevcuttur yüksek gelirli işçi aristokrasisi diye birşey vardır. Sürekli İngiltereden bahsetmemin sebebi sanayileşme ve sömürgeleşmenin en hızlı bu birleşmiş krallıkta yaşanmış olması. Amerikayı da örnek gösterebiliriz 1 mayıs işçi bayramının, 8 mart dünya kadınlar gününün nasıl ilan edildiğini veya Rusyanın ekim şubat devrimlerini.. Rusyada devrim olurken  Türkiyede darbe oluyor buda işin özeti heralde.
Buna bağlı olarak AKP'ye oy verenleri direkt olarak geri kalmış kitle ilan etmek de bence doğru bir davranış değildir. Osmanlıda saray sanat bilim dili bile halkın dilinden farklıdır tanzimat döneminden itibaren açıkça görüldüğü gibi halk azınlıklar hariç olmak üzere kendi sosyal özgürlüğü için herhangi bir mücadele vermemiştir iş her zaman aydın kesimin başına düşmüştür. Sonrasındaysa aydınların entelektüelliğinin elitliğe evrimleşmesi sonucunda halkla arası iyice açılmıştır..
 Belki de bunun sebebi Avupayı Amerikayı Rusyayı geriden seyrettiğimizden dolayı orada belirli mücadeleler direnişler sonucu kazanılan hakları edinilen tecrübeleri fikir akımlarını bizim hazırdan alıp özümseyemeden tüketivermemizdir. Bu tıpkı miras yiyen sefahat içinde yaşayan bir evladın paraya bakış açısıyla, o serveti elde edene kadar çalışıp didinmiş tasarruf yapmış babanın paraya bakış açısındaki farka benzer.

Lakin ve lakin tüm bu yazdıklarıma rağmen düşünüyorum da; insanların günümüzün globalleşen dünyasında çoğunluğun bakış açısından kurtulup kendi perspektifini yaratması bu kadar zor mu? Elinin altında her an ulaşabileceği internet gibi bir olanak şehrinde onlarca kütüphane sahaf yüzlerce kitapçı dükkanı varken? Her evde bir tane tv bir tane cep telefonu mevcutken? Acaba özgür düşünce sadece ayrıcalıklı gene sahip olanların kullanabileceği bir özellik mi? Bu çağda bir insan hala Kuran okumadan Müslüman olabilir mi dini saydığı felsefeye bu kadar bağlanıp tüm yaşamını onun ekseninde döndürebilir mi?
Yukarıda seçmenlerin muhafazakar partileri tercih etmelerinin direkt zekayla bağıntısı olmadığını söylemiştim peki dolaylı yoldan var mı? Ramazan ayında içki içilmesini şort giyilmesini tvde magazin programları yayınlanmasını kutsalına hakaret kabul eden biri bu hale imkansızlıklar yüzünden mi geldi yoksa gerçekten algıda problem mi yaşıyor?
Diyeceğim o ki insanları üyesi oldukları topluluğa ve dinlerine göre de değerlendirmek pek de bir önyargı olmayacaktır. Tıpkı Platonun fikirlerini beğenenleri komik bulmam gibi tıpkı varoluşçuları gerçeklikten uzak ve yüzeysel bulmam gibi. Bedava gezi imkanı sağlasalar Arabistan Yarımadasından herhangi bir ülkeye gitmek istemeyeceğim gibi. Türk toplumunu da sevmiyorum ırkçı da değilim oh rahatladım işte!

Note; öhm yazıyı toplayabildim mi anadüşünceyi verebildim mi bilmiyorum ama izmir sıcağında klimasız evimde matkap sesleri eşliğinde endoplazmik retikulumlarım erimiş şekilde yazdım. Benden bu kadar valla.
Deeper Note; Buldum temayı! Uygarlıkları geliştiren insanların zekaları değil karakterleri ve uymak zorunda oldukları dinsel ritüeller toplumsal kurallardır. Karakter dediğimiz şey de içinde bulunulan toplumun etkisiyle oluşur.
Deepest Note; Karakterle; mizacı ve kişiliği karıştırmayınız.

Tekzip

Of çok salak hissettim ya. Bir önceki postumda Ayşe Kulin için kitapları beni vurmuştur falan yazmışım aslında o Buket Uzuner olacaktı. Zaten ortaokul dönemimi kapsayan bir beğeniden bahsediyoruz.
Yazının önceki paragrafında Ayşe Kulinden bahsettiğim için farkında olmadan aynı kişinin ismini tekrarlamışım. Oysa kadını günahım kadar sevmem! Hatta hoşlanmama nedenlerimi yazacaktım ki değmez dedim. Of ya insanlar beni Ayşe Kulin hayranı sandı meh.

Kitap Okumanın Zararları

Ben artık okumanın yararlı bir faaliyet olduğunu düşünmüyorum hele de benim gibi kitabı yaşayan roman karakterleriyle fazla özdeşenleşen insanlar için. Kitabı yaşamaktan kastım hiçbir fiziki veya ruhsal betimlemeyi gözünüzde canlandırmadan okuyup geçememek. Hele ki Dostoyevski, Çehov, Peyami Safa gibi karmaşık tahlilleri olan yazarlar var ki canıma okuyor.
"Kutuzov içine kapanık olmakla beraber insan canlısıydı kendini toplumdan sakınır bir müddet sonra insanlarla çok şey paylaştığını düşünür ve onları terkederdi, aslında terkeden de o değildi fakat Kutuzova dengesiz mizacından ötürü fazla güvenilmeyeceği apaçık ortadaydı, ilişiğini kestiği insanları bir daha asla hatrına getirmezdi."
Şimdi benim bu adamı hissetmem gerekiyor hmm insanları sevmiyorum yok seviyorum aslında ama kaçıyorum peki niçin kaçıyorum? Hassas ve zayıf bir bünyem var o zaman. Ama aynı zamanda sert olmalıyım insanları bir çırpıda siliveren... Peki bana niye güvenilmiyor? İnsan canlısıydı ve terkeden o değildi aslında vurgularına dikkat! Demek ki onu böyle olmaya iten sebepler var.
Bu arada Kutuzov,  Savaş ve Barıştan ismi aklımda kalan tek tipleme.

Bilirsiniz yazarlar standart insanlardan daha farklılar daha another brick on the wall'lar ve beni böyle böyle anormalleştirdiler.
Çocukken sadeleştirilmiş ve kısaltılmış türk-dünya klasikleriyle  (tabiki Grimm kardeşlerin masalları da dahil fakat onları hepimiz biliriz) büyüdüm desem yeridir.
Büyüyünce de orjinal hallerini (yani orjinale en yakın hallerini) elden geçirdim tabi. Ömer Seyfettinin hikayelerinin hemen hemen hepsini bilirim içlerinde çok psikopatça olanlar vardır. Hatta şu an düşündüm de "kim okumama izin vermiş bunları?!".  Sefiller, Çocuk Kalbi, Pollyanna, Pinokyo Küçük Kadınlar .. Ben bu romanların hepsine hüzünlendim hepsinde annesi babası ölmüş çocuklar fakir çocuklar işkence gören çocuklar arkadaşları tarafından dışlanan çocuklar.. hepsini yaşadım. En son bitirdiğim kitap Tutunamayanlardı ve Selim Işık'ın tutunamayışını aynı iç sıkıntısıyla izledim ilkokul yılları anlatılırken çocukluğuma döndüm ortaokul yıllarında ilk ergenlik dönemimi tekrar yaşadım. Rüyamda bile gördüm. Kitabı okuduğum müddetçe olur olmaz şeylere ağladım filan..

Dayım 9 yaşındayken şiir kitabı almıştı bana, adının Çocuklara Şiirler nevinden birşey olması gerek. Çocuğun birinin hasta kardeşine yazdığı şiir vardı ne kadar da ağlamıştım tıpkı bana benziyordu kardeşi hep hastanedeydi hep serumla besleniyordu.
Sonra küçük bebek cenin şiiri vardı. Erken doğumdan ölen iki kardeşim var biri ben çok küçükken olmuş hatırlamıyorum diğerindeyse kaç gün yas tutmuştum, babam sarışın olduğunu söylemişti. Yine çocuk kitabı yazarı sanılan Gülten Dayıoğlu, Kemalettin Tuğcu, Muzaffer İzgü falan bunlar bende hep yaradır. Gülten Dayıoğlu'nun Yeşil Kiraz isimli zavallı bir kapıcı kızının hayat hikayesini anlatan romanı vardı elime geçtiğinde yani zehirlendiğimde daha 10 yaşındaydım. Kızın hikayesi öyle acıklıydı ki aylarca aklımdan çıkaramamıştım.
Hiç unutmam Şeker Portakalını okuduğum sırada elektrikler kesilmişti mum ışığında okuyarak ağlamıştım ah ne romantik.
Harry Potterla bile aramda duygusal bir bağ vardı öyle ya o da öksüz yetim bir çocuktu ve tatilleri eve döneceği için sevinmezdi tıpkı benim gibi.

Elime geçen herşeyi okuduğum dönemler oldu efendime söyleyeyim peygamberler tarihi mi dersin kişisel gelişim kitapları mı dersin... Ayşe Kulinden, Stephan Kinge uzanan bir yelpazede oradan oraya savruldum. İzlemediğim ya da izlemeyeceğim filmlerin eleştirilerini takip ettim gazeteden. Bu arada Buket Uzuneri de sevmiştim Kumral Ada Mavi Tuna falan.
Ortaokulda da John Steinbeck ve Hüseyin Rahmi sayesinde de hayattan soğuyarak natüralizmle tanıştım. Bol bol Rus ve İngiliz edebiyatı sömürdüm.
Lisede edebiyat derslerime faydası olsun diye ilk roman ilk realist roman ilk psikolojik roman vs böyle bir ilk antolojisi okudum sayılır. Tanzimat dönemi Serveti Fünun dönemi Milli dönem Cumhuriyet dönemi eserlerini kendimce inceledim.
İstemsiz şekilde okuduklarımın şeceresini çıkarıyorum. Şecere çıkarmak da denmez aslında mihenk taşları işte en çok iz bırakanlar. Neyse sadede geliyorum;

-BUNLARIN HİÇBİRİ BENİ MUTLU ETMEDİ. HER KİTAPTAN SONRA DAHA MELANKOLİK DAHA NEVROTİK OLDUM.

Belki de diyeceksiniz ki sen aşırı duygusal ve pesimistsin bunda kitapların suçu ne?
O kitaplar yüzünden garip garip hayatlar yaşadım farklı farklı acılar çektim kendi yaşantım yetmiyormuş gibi başkalarınınkini de üstüme yüklendim hayatın her koşulda ne kadar acımasız olduğunu tecrübe ettim.

Ha şimdi de sen sadece romanlardan bahsediyorsun bilgi içerikli yayınlar da var diye itiraz edeceksiniz.
İgnorance is bliss.  Öğrendiğim şeylerle de mutlu olamam mesela öldükten sonra yokolacağımı bilmek bana mutluluk bahşetmiyor doğruya doğru. Pozitivizm materyalizm (benim benimsediğim mekanik olanıdır) ise yaşama  sevincimi köreltiyor. İnsanlar ormanlık bir alanda huzur buluyor bense ağaca bakıp fotosentezini tropizmasını üstünde yaşayan bakterileri düşünüyorum. Taşa bakıp iç püskürük mü dış püskürük mü kimyasal tortul mu başkalaşım geçirmiş mi diye merak ediyorum. Tarihi araştırınca katliamlar soykırımlar dehşet vahşet ölümcül deneyler ot bok. Hakeza psikoloji sosyoloji felsefe de öyle. Hiçbir şey kazanmıyorum.
Hayatın özü zevktir. Bitkinin ışığa yönelmesi gibi insan da hazza yönelir. Hazla huzurun dengeli varlığı mutluluktur. Kitap okumayın atın onları hepsini yakın! Sadece puccanın kitabına izin var!

Halihazırda Ameliyat Olacaklar Okumamalı


Daha önce de ameliyat olmuştum genel anesteziyle fakat dünkü çok farklıydı çok ağırdı yediğim narkoz aklımı başımdan almış resmen.

Ameliyathanede olduğumu biliyorum en son hatırladığım şey koluma damaryolu açıldığı, uyuşturucu sıvının enjekte edildiği ve beynimin içinde cızırtılar acayip çığlıklar duymam ve gayri ihtiyari "çok ses var çok kötü diye yardım istemem. Aradan bir dakika geçmiş olmalı. Sesler duyuyorum doktorlar konuşuyor gözümü açmaya çalışıyorum olmuyor birden panikliyorum yoksa diyorum Awake filmindeki gibi bilincim hala açık mı? "Ben tamamen uyuşmadım durun beni ameliyat etmeyin!" Ağzımı açmaya çalışıyorum bir şey söylemeli bir ses çıkartmalıyım ama olmuyor. Ellerim ayaklarım hiçbiryerimi kımıldatamıyorum deliye dönüyorum. Felç mi oldum felç mi oldum! Hayatımda böyle çırpındığımı hatırlamıyorum gözümü açsam yetecek ama yapamıyorum! Sonra başımı oynatabiliyorum evet evet sonunda! Tek kıpırdatabildiğim yerim kafam ve onu yeterince hızlı sallarsam beni fark edeceklerine eminim. Kafamı elimden geldiğince hızlı sağa sola çevirmeye çalıştığım için olacak başım dönüyor. Aynı zamanda inanılmaz bir acı var boğazımın içine bişey sokuyorlar ya da çıkarıyorlar anlamıyorum o an boğazımı kesmeye çalıştıklarına yemin edebilirim. Can havliyle "Hayır hayır istemiyorum!" demeye çalışıyorum fakat boğazım konuşurken öyle bir yanıyor ki sadece hırıltılı hırıltılı h harfleri çıkartabiliyorum gibime geliyor, söyleyeceklerimin devamını getirebilmek için azami çaba sarf ediyorum. Bir kadın benimle konuşuyor ama açıkladığı şeyi algılayamıyorum hiç. O anda gözlerim açılıyor oda dönüyor herşeyi çift görüyorum duyduğum kadın sesinin sahibini arıyorum. Feci halde titrediğimi fark ediyorum vücudumu kontrol edemediğim için iyice panikliyorum. Boğazım yüzünden nefes alamıyorum tıkanıyorum. Birileri endişeleniyor sanki. Birisi bana başını kaldır diyor uğraşıyorum ama yapamıyorum sonra biri beni kaldırıyor taşıyor bi yere koyuyor. En son kendimi yoğun bakımda buluyorum. Daha önceki ameliyatımda gözümü ilk kez kendi odamda açmıştım yoğun bakım kısmını uyuyarak geçirmişim.

Neyse meğer uyutulduğumdan beri 2.5 saat geçmiş ameliyat bitmiş.
Yoğun bakım daha da beter gözüme buz torbaları konuluyor ağzıma buhar veren bir hortum sokuluyor koluma da serum bağlanıyor. Yutkunduğumda boğazım zımpara kağıdıyla ovalanıyormuş gibi acıyor. Ağzımdaki hortumdan nefes almamı söylüyorlar ama sürekli sağa sola kayıp düşüyor.
Boğazıma ne olduğunu sormaya çalışıyorum sesim gırtlak kanseri olmuşum gibi çıkıyor neredeyse ağlayacağım. Sonra hemşire derdimi anlıyor ameliyatta her hastanın boğazına takılan oksijen sağlayan tüplerin yarattığı tahrişten bahsediyor 2-3 saat sonra hafifler diyor. Bir umut her gelen doktordan hemşireden boğazım için bir hap bir şurup bir ilaç bir birşey talep ediyorum her seferinde olumsuz yanıt alıyorum. Oysa şu an araştırdım pastil veriliyormuş boğaz için. Duyarlı sağlık görevlileri bana bir pastil verememişler bravo.
Bu tabloda eksik olan tek lanet mide bulantısı ve o da kısa sürede başlıyor. Tahriş olmuş boğazlarımı iyice yıpratarak kanlı safranlı kusuyorum, kustuklarıma bakınca yine dehşete düşürüyorum. Bir yandan kollarım bacaklarım kasılıyor ellerim içine doğru yumuluyor vücudumun tamamında karıncalanma hissi var. Sürekli bu belirtilerin normal olup olmadığını sormaya çalışıyorum savaş ay sesimle. Çünkü ilkinde daha ağır bir ameliyat olmama rağmen bu şikayetlerin hiçbirini yaşamamıştım. Sonra çişim geliyor lavaboya gitmek istiyorum olmaz başın döner diyorlar lazımlık gibi birşey veriyorlar. Şaşırıp kalıyorum yerimden kalkmadan nasıl işeyeceğim ben bu şeye?? Akabinde geri çeviriyorum lazımlığı bir yerleri batırmaktan utanarak. Hizmetli kadın bana pis pis bakıyor.

Kendini başhemşire olduğu için üstün insan sanan yaşlı bir garabet var, herşeyden yakındığımı düşünüyor benim için histerik diyor. Tabi burnum sarılı tıkalı ağzımdan soludukça boğazım kendimi yırtıyor midemden sürekli bir kusmuk bir balgam yukarı çıkıyor ben öksüyorum hık diye tıkanıp kalıyorum tuvalete bile gidemiyorum. Bana bulantı geçirici bir iğne yapılıyor fakat bir faydasını görmüyorum. Tabi tabi histeri krizleri hepsi. Oysaki benim acı eşiğim yüksektir bunu daha önce kaç kere duydum doktorlardan. Bunak kadın.
Zaman geçmek bilmiyor koluma birşey damlıyor bakıyorum serum hortumcuğunu düzeltiyorum bu serum paketi ne zaman biter diye hesaplıyorum ondan sıkılıyorum pencereden bakıyorum binalar binalar.. bunalıyorum karşımda damağında sorun olduğunu tahmin ettiğim Zeynel adında dudakları sürekli kanayan bir bebek ve onu susturmaya çalışan babannesini izliyorum. Babanne torundan önce aynı yatakta 90 yaşında hemşirelere güzellemeler okuyan sevimsiz bir ihtiyar vardı. Herkes bayıldı adamın şiirlerine hayat dolu oluşuna. Sözü geçen yatağın sağında jinekomastiye (kadın tipi meme büyümesi) girecek bir adam vardı adı Şivan ya da Şanzelize gibi birşeydi.
Başka bir vaka kulağı kopmuş uzun esmer bir mahallle delikanlısıydı. Bacağından doku alınarak kulak yapılacakmış rızası alınıyordu. Ve daha nice hastalar.. Kimler geldi geçti ama ben o zamanın durduğu yoğun bakımda ıkınarak sıkılarak saatler geçirdim. Annemin yanımda durmasına bile izin vermediler. Kolumdaki damar yolunu parmağımdaki nabız ölçeri fırlatıp atarak deli gömleğine benzeyen arkadan bağlamalı ameliyat elbisesiyle hastane koridorlarında koşup "bırakın beni yeterrrr" diye bağırıp koşarak kaçmama ramak kalmıştı.

Sağlık her şeyden önce geliyormuş gerçekten..
Boğazım hala acıyor katı birşey yiyemiyorum.

Meh Meh Meh

Ailesi zengin olup çocukluğunda keman piyano bale dans ritmik jimnastik senkronize yüzme kayak puz pateni tiyatro çizim şan ot bok derslerinin binbir tanesini alıp da "yetenek doğuştandır kiminde olur kiminde olmaz naparsın tanrı vergisi" gibi beyanatlarda bulunan zeka yoksunu insanlar da var. Ya sabır.
Hatırlar mısınız bilmem Game of Thrones'un bir bölümünde John Snow'lu grup night watch için the wall'a giderken ne kadar kabiliyetli oldukları ölçülmek amacıyla kılıç talimi falan yaptırılıp birbirleriyle dövüştürülmüşlerdi. Tabi Winterfell Lordu Eddard Stark'ın oğlu John Snow bebekliğinden beri martial arts dersleri almış ve bu doğrultuda yetiştirilmiş bir genç olduğu için kılıcını ustaca kullanıp rakiplerini kolayca alt eder sonra "burada en iyisi benim bu insanlarla işim ne? tüm görevleri bana verin" diye ağlar. Olayın akabinde diğer oğlanlar küçük düşürüldükleri için bu John'u mahzen gibi bir yerde sıkıştırıp boğazına bıçak dayarlar tam bu sırada the Imp yani Tyrion Lannister onları durdurur, neler döndüğünü sorar. John da "ben çok yetenekliyim ondan herkes beni kıskanıyor :/" triplerine girer. Tyrion da yüzünde her zamanki alaycı ifadesiyle John'a karşısındaki oğlanların ellerine kılıcı daha önce hiç almadıklarını hatta daha doğru düzgün bile beslenemediklerini falan anlatır. Sonra oğlanların hepsi arkadaş olur yani John Snow bile anlar neyin ne olduğunu.
Çok fazla "ekmek elden su gölden" durumu zeka köreltiyor anlaşılan. Zengin tembelliği.

Gerçekler Bunlar Anacım

Hayatta herkes yalnız ya da kimsesiz falan değil aslında yine kendinizi kandırıyorsunuz. Belki sadece hayatının bir döneminde yalnızlık çekti ama ömrü boyunca yalnız olmadı. Doğumdan ölüme kadar olan süreçte o kişiye yalnızlık hissettirmeyen insanlar değişse bile, birileri yalın değildi işte yalnız değildi onlar!
Tıpkı her içten içe kıskandığınız ilişkilerin bitmesini isterken de "sonsuza kadar sürmez", "her güzel şeyin bir sonu vardır" gibi palavralarla avunduğunuz gibi her insan da yalnız değildir.
Bazen karamsarlığınız çekilmez bir hal alıyor ve kendi sanrılarınızı başkalarının da gerçekliği yapmaya çalışıyorsunuz. Sırf kendi tecrübelerinizi kaide haline getirip vaaz veriyorsunuz yazılar döşüyorsunuz bir de.
Bunu söyleyenin ben olması şaşırtıcı fakat dünyada nasiplenemediğiniz nimetler de var ne yazık ki bunlarla yüzleşmeniz lazım.

Nerelere Gideyim?

Son günlerde çoğumuz ülke gündeminden dolayı hem öfkeli hem de bıkkın. Fırsatını bulunca yurtdışına kaçma planları yapıyoruz. Peki ama nereye?
Düşünüyorum neresi hangi ülke yaşanabilir bir yer diye. İlk olarak Amerikayı eliyorum orası benim gözümde gereğinden fazla kalabalık kaotik pragmatist bir topluluk. Ne zaman ekonomisi iyiye gitse nüfusu kalabalıklaşsın ister ne zaman ekonomisi durağanlaşsa göçmenler için katı kurallar koyar, ezer.
Ayrıca her zaman için ilk göç edenlerin aksine ülkeye sonradan gelenlerin topluma entegre olamayacağı düşünülür, Amerikada 1921 ve 1965 yıllarında kanunlar göçmenlerin (büyük çoğunluğu Avrupadan) haklarını gözetirken 1965'te göçmenlik kanunu büyük değişikliğe uğramış ve Avrupalılar hariç diğer göçmen ırklara özellikle afrikan kökenlilere ve latin amerikalılara karşı negatif ayrımcılık yapılmış. Meksikalı işçiler cüzi ücretlere sosyal güvenceden mahrum köle gibi çalıştırılmışlar. Gerçi oraya işçi olarak gitmeyiz heralde ama bu yine de orasının kokuşmuş bir ülke olmasını değiştirmez. Ayrıca Amerikanın salağı da tam salak cumhuriyetçileri desen ayrı bir salak über salak.
Diğer popüler seçenek, hepimizin kendini bildi bileli özendiği Avrupa var sırada. Hmm.. Fakat son zamanlarda Avrupada da artan bir milliyetçilik var gibi geliyor. Ekonomisinin şu sıralar iyi olmamasından kaynaklanıyordur bu tavır. Zaten Portekiz, Yunanistan, İrlanda, İspanya ve İtalya euro bölgesindeki ekonomik kriz nedeniyle sarsılıp göç vermeye başlamışlar bile. Diğer Avrupa ülkelerinin de artık çokkültürlülük ve göç için can attıklarını sanmıyorum. Bir ülkede zaman ekonomik istikrarsızlık durumu oluşsa o ülke güçlü otorite arayıp sağ partilere sarıyor. Hele şimdi radikal partiler de ırkçılık da islam fobisi de revaçtaymış.
Afrika kıtasından bir ülke olabilir mi? I-ıh cık istemiyorum bunun sebebi tamamen kişisel güneşe alerjim var.
Çin olmaz Kore olmaz Japonya desen alfabesi çok zor.
Yeni Zelanda ve Avustralya opsiyonlarımız mevcut ama farklı yarımküredeler şimdi alışamam edemem.
Nereye göçsek bilemedim valla. Rusya veya Kanada olabilir belki. Onlar ne alemde ki bir araştıralım bakayım. 

Kürtaj Cinayet mi Sahi?

Bu konuda o kadar cahil, sağduyudan uzak ve pişkin yorumlar yapılıyor ki değinmeden edemeyeceğim.
Beni takip eden kadın blogger sayısı daha fazla belki biraz yararlı olurum.
Başbakanın kürtaja karşıyım söyleminden sonra AKP'li İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün, Yeni Ceza Hukuku'nun "kürtaj cinayettir" fikri doğrultusunda  geliştiğini, anne karnında hayatını devam ettiren çocuğun maddi manevi varlığına karşı yapılan saldırıların cezalandırılması gerektiğini söylemiş. Haberin geri kalanı için tıklayabilirsiniz.
Kürtaj insanlık suçuymuş, halkın genel inancının aksine hayatın daha önce başladığına İNANIYORMUŞ, halk bu konuda bilgilendirilmeliymiş. Zaten bu derece bağnaz insanlar sadece inanır.. Ne kaynak okur ne veri araştırır ne de iki gram muhakemede bulunur. Sonra TAMAMEN KİŞİSEL inançlarını topluma mal eder ve herkese dayatırlar. Ne mensup olduğu dini derinlemesine bilir ne de tıptan haberi vardır.

Konuyu dini, ilmi ve vicdani hatta iktisadi olarak inceleyelim.

İslama göre kürtaj haramdır. Haramdır lakin haklı bir mazereti yoksa ve cenine RUH ÜFLENDİKTEN sonra yapılıyorsa haramdır. Burada tıpkı çağdaş bilimlerde olduğu gibi embriyonun cenin haline gelmesi, ruha sahip olması veya sinir sisteminin gelişmesi (serebral kortex, oksipital lob, temporal lob, parietal lob, frontal lob, limbik sistem, beyincik) zaman almaktadır.
Bu süre maliki ve hanbeli mezhebi alimlerine göre 42 gündür. 42 gün olmadan kürtaj yaptıran kimseye herhangi bir ceza ya da diyet yoktur.
Eğer 42. günden sonra kürtaj işlemi uygulanırsa ailenin köle azlederek bedel ödemesi gerekmektedir. Cenin haline gelmeden önce alınan nutfe(sperma), hamileliği önlemek için yapılan azl(doğum kontrol) gibidir.
Hanefi mezhebine göreyse bu kürtaj için uygun zaman dilimi 120 gündür.
İmam Gazali'nin fikriyse ceninin ilk safhasıyla son safhası arasında fark olmadığıdır.
Yine kimi hadis kaynaklarınca doğacak çocuğu İslam terbiyesiyle yetiştirememek, yeterli din bilgisini verememek kaygısıyla bilerek düşük yapmak geçerli mazeret sayılmaktadır.
Gördüğünüz üzere çoğu zaman olduğu gibi İslam hukukçuları bu konuda da mutabık değiller. Anlaştıkları şeyler;
1) Anne sağlığını tehdit eden bir durum olduğu zaman çocuk aldırmanın caiz olduğu
2) Maddi sıkıntı çekmek, engelli çocuktan kurtulmak gibi FUZULİ sebeplerle kürtaja asla ve kat'a izin verilmemesi.
Müslüman olsanız bile mezhepleriniz, güvendiğiniz fakihler (kuran yorumcuları) dolayısıyla farklı seçenekleriniz var fakat devlet yönetiminden sorumlu insanlar iktidar sarhoşluğuyla sizlere kendi dinleri kendi mezhepleri ve kendi yorumlarınca hükmetmeye çalışmaktadırlar.

Tabi o çağda zigotun embriyoya, embriyonun cenine, ceninin bebeğe dönüştüğünü bilen yok. Biz biraz da ilimden irfandan aklın yolundan pozitivizmden konuşalım.
"İlk safhadan yani sperm yumurtayı döllediği andan itibaren bir canlı oluşmuştur o yüzden kaç günlük olursa olsun kürtaj cinayettir." Bu hiçkimsenin hatırına gelmeyen ayrıntıyı düşünmek çok zamanınızı aldı mı?? Döllenmiş yumurta tabi ki bir canlıdır, tıpkı erkeklerin oraya buraya boşalttıkları spermleri gibi. Size birçok canlı örneği verebilirim meselaa domates, salatalık, ot, çiçek, böcek, bakteri.

Bir canlının acı çekebilmesi için amiyane tabirle BİLİNCİNİN olması gerekir. Canlıyı bilinçli yapan şey merkezi sinir sistemidir. Sinir sisteminiz devre dışı bırakıldığında mesela size narkoz verildiğinde kalbinizi söküp alsalar dahi hiçbir şey hissedemezsiniz. Ve hamileliğin 10. haftasında bebeğin beyin dalgaları oluşmaya başlar yani ondan önce fetüsün bilinçli herhangi bir his ya da algısı yoktur. Aynı şekilde solucanlar ya da bitkiler de acı hissine sahip değildirler.
Şayet mesele bir canlıyı incitmemekse, sayın bakanlar et yemekten vazgeçmelisiniz. Çünkü memeliler grubunda nispeten gelişmiş beyin yapısına sahip bir inek kafası kesilirken öyle de bir acı duyar ki!

Dindar kürtaj düşmanları asıl sorunun zigotun acı çekip çekmemesi değil yapılanın insan ahlakına ters düşmesi olduğunu savunur. Embriyo bir 'bebektir', onu öldürmek cinayettir ve bu böyledir: tartışma bitmiştir. Bu duruş farklı birçok sorun yaratır. Öncelikle, tıp biliminin ilerlemesinde büyük etkisi olmasına rağmen embriyonik kök-hücre araştırmaları durdurulmalıdır, çünkü bu araştırma embriyonik hücrelerin ölmelerine yol açar.
Toplumun tüp bebek yöntemini çoktan benimsediğini düşündüğümüzde buradaki tutarsızlık ortaya çıkar, ki tüp bebek yönteminde doktorlar her zaman kadınları fazla yumurta üretmeleri konusunda teşvik ederler ve bu yumurtalar vücut dışında döllenir. Onlarca yaşayabilir zigot üretilebilir ve bunlardan iki ya da üç tanesi daha sonra, rahme nakledilir. Buradaki beklenti, bunlardan bir, belki iki tanesinin yaşamayı sürdürmesidir. Bundan ötürü, tüp bebek uygulaması bu iki aşamalı prosedürle embriyoları öldürür ve toplum genellikle bunu bir sorun olarak değerlendirmez. Tüp bebek uygulaması yirmi beş yıldan bu yana çocuk sahibi olamayan çiftlerin mutluluk kaynağı olmuş standart bir prosedürdür.

Sonra her zaman yapıldığı gibi hiçbir matah yanı olmayan Amerika örnek gösterilmiş. İşlerine gelmeyince Amerika bok püsür ahlaksızlık yuvası işlerine gelince ballı kaymaklı harikalar diyarı! Orada da çok tartışmalı ihtilaflı bir konuymuş kürtaj. Amerikan koyu katoliklerin bu uğurda verdiği savaşa göz atalım. 3 Haziran 2005 The Guardian 'Hıristiyan çiftler tüp bebek yöntemi yüzünden ıskartaya çıkarılan embriyoları kurtarmak için seferber oldular' başlığı altındaki bir makaleyle tuhaf bir öyküyü betimlemiştir. Bu hikaye tüp bebek kliniklerinde fazlalık embriyoları KURTARMAYI hedef belirlemiş Kartanecikleri isimli bir organizasyon hakkındaydı.
Washington Eyaletinden bir kadın, 'Tanrının bizi bu embriyolardan (çocuklardan) birisine yaşama şansı vermeyi denememiz için çağırdığını hissettik' dedi, lakin kendi dördüncü çocuğunu "muhafazakâr Hıristiyanlar ve tüp bebeklerin beklenmedik ittifakından' meydana gelmişti. Embriyolar için derin endişe duyan kocasıysa bir kilise kıdemlisinden şöyle bir tavsiye alacaktı, "Eğer köleleri özgür bırakmak istiyorsan, bazen köle tüccarıyla bir anlaşma yapman gerekebilir." Bu insanlar, yaratılan embriyoların çoğunun kendiliğinden vücuttan atıldığını bilselerdi bu konuda ne söyleyebilirlerdi? Bu en iyi tanımla, bir tür doğal 'kalite kontrolü' olarak görülebilir.
Ayrıca anti-kürtaj fanatikleri embriyoların intikamı için doktorları bile öldürmüşlerdir. Olayın ayrıntılı ve tüyler ürpertici detayları için tık.

Bilimsel olarak çok pragmatist yaklaştım insanların yavrularını sadece fetüs olarak görmediklerinin farkındayım. Olayın vicdanı boyutuna gelirsek kürtajın eğlenceli bir tarafı yoktur çoğu zaman kadınları depresyona sürükler.
Kimse zorunlu olmadıkça böyle bir tecrübe yaşamak istemez.
-Ama hayatını engelli bir çocuğa adamak istemeyebilir. Öte yandan aklı başında, fiziksel eksikliği bulunmayan insanların bile zor barındığı bir dünya engelliler için o kadar tehlike dolu ki.. Bu çocukların ebeveynlerine birşey olduğu taktirde akıbetlerinin ne olacağı muallak. Yetimhanede normal çocukların başlarına gelenleri biliyoruz ki bu çocuklara bakmak bin kat daha özveri isteyen bir iş. Engelli kız çocuklarının cinsel istismara uğrama ihtimali de hayli yüksek. Ayrıca engelli çocuk sadece anneyi değil tüm aile üyelerini olumsuz etkiler. Fakat yine de karar annenindir sonuçta onun yavrusu, besleyecek büyütecek sevgisini ilgisini eksik etmeyecek olan o. Fakat herhangi birinin çıkıp da bebek katilleri diye bağırma lüksü yoktur!

-Türkiyede en yadsınamaz gerçeklerden biri tecavüz. Çocuklar istismar edilir kendi rızası var denir, rus olduğu için doğuştan orospudur anında yararlanılır, toplu tecavüz aslında kadının isteğiyle yapılmış orgydir, aile içi istismarlar namus meselesidir üstü örtülür, genç kızlar zorla tecavüzcüsüyle evlendirilir vs vs. Cinsel istismara uğramış kadın bu rezilliğin ürünü olan çocukla nasıl bir iletişim kuracak sizce? O anneden o çocuğa, o çocuktan o anneye bir yarar gelir mi sizce? Çöpe atacak kadar bile nefret edebilir.

-Hayat kadınları var bir de evet. Zaten çoğu illegal yollarla düşük yapıyor, yaptırtırılıyordur.

-Maddi imkansızlıklar yüzünden yapılanı en can acıtanlardan biri olsa gerek. Kadının da erkeğin de çalışması gerekiyordur zaten önceden çocukları vardır daha onların okul masraflarını dahi karşılayamıyorlardır belki sosyal güvenceleri bile yoktur. Bir tane daha doğurmak demek diğerlerinin boğazlarından kısmak demektir. Yoksulluğun ne demek olduğunu bilmeden herhangi birinin cana kıymak günahtır diye ahkam kesme lüksü yoktur!

Şimdiye kadar bahsettiklerim muhafazakar kesimde bile ucundan kıyısından kabul görmüş açıklamalardır fakat asıl sorun özgür genç kızların, bekar kadınların kürtaj olmasıdır! Vicdan azabı çekmeleri sağlanmaya çalışılır. Günahkarsın zina yapıyorsun sırf keyfinden kendi evladının canına kıyıyorsun sen nasıl insansın!!! Önlenmeye çalışılan şey gayri meşru ilişkilerdir.
Kimileri de pişkin pişkin "o zaman korunacaktın arkadaş" der. Hiçbir doğum kontrol yönteminin yüzde yüz garantisinin olmadığı prospektüslerde bile yazarken. Şimdi burada bireylerin cinsel özgürlüklerinden falan bahsetmeyeceğim buraya kadar sabırla okumuş herkes biliyor zaten.

Bunların haricinde kadın bir çocuğu olsun istemiyordur bu kadar basit. O sorumluluğu taşımak istemiyordur, sabrına güvenmiyordur, psikolojisi elvermiyordur.
Ya da kitsch olacak ama böyle bir ortama çocuk getirmek istemiyordur.
Günümüzde tüm insanlık anne ve babalık güdülerimizi tatmin etmek için bencilce çocuk yapıyor.

Diğer bir mesele "3 çocuk doğur 5 çocuk doğur, rahmine düşen her sperme sahip çık koru" demek nüfusu arttır ki ucuz iş gücü şahlansın demektir. Yıllarca Türkiyenin tek avantajının genç dimağlar olduğu vurgulanarak büyütüldük. Ne gençlik ama! Oysa nüfus ne kadar fazlaysa kişisel refah o kadar azdır tıpkı hindistan gibi çin gibi. İnsana verilen değer azalır sağlık hizmetleri olsun eğitim hizmetleri olsun. Düşünsenize doğuda insanlar 5-6-7 tane doğuruyor sonra onları okutmuyor çalıştırıyor kızları para karşılığı genç yaşta evlendiriyor ki aileye daha fazla yük olmasın. Çoğu aile evladını üniversiteye binbir zorlukla gönderirken ekstradan kardeşlere ne olacak? Daha memur maaşlarını bile iyileştiremediler ve devletin çocuk yardımı 10-15 lira birşey.
2050'de Türkiye'nin Yozgattaki hali böyle olur İstanbuldaki şöyle.

Son birşey ekleyeceğim yapılan araştırmalara göre kürtaj ile suç oranları arasında ters orantı bulunmaktadır zaten düşünsenize aldırmak istenen çocuk istenmeyen çocuktur, yeterince ilgi alaka müsamaha gösterilmez, kötü bir çevrede kendisine ebeveynlik etmeyen yetişkinlerle büyür bu kadar basit. Diğer ihtimal ya cami avlusuna bırakılır ya kimsesizler yurduna terkedilir ya da evlatlık verilir. Hayata 10-0 yeni başlıyorlar bunu anlamak çok mu zor?

NOT: bazı muhafazakarlar doğum kontrol ve ertesi gün haplarına da karşıdırlar çünkü böyle ilaçların içine türk milletini kısırlaştırmak için dış mihraklar tarafından kimyasallar katılmaktaymış.

Ne Yerinde Tespitler Bunlar

Eninde sonunda her şeyi kendi cinselliğine getiriyordu. Bu konuda kafası iyi çalışıyordu. Winston gibi değildi, Parti'nin cinsellik konusundaki softalığının ardında yatanı çok iyi kavramıştı. Burada söz konusu olan, cinsel içgüdünün, Parti'nin denetleyemediği, kendine özgü bir dünya yarattığı için elden geldiğince yok sayılması gerektiği değildi yalnızca. Daha da önemlisi, cinselliğin bastırılması isteriyi tetikliyordu; bu da Parti'nin istediği bir şeydi, çünkü savaş coşkusuna ve öndere tapınmaya dönüştürülebiliyordu. Julia bunu şöyle yorumluyordu;

-"Seviştiğin zaman içindeki enerjiyi boşaltırsın; sonra da kendini mutlu hisseder ve hiçbir şeyi iplemezsin. Ama senin bu halin onların hiç hoşuna gitmez. Her zaman enerji yüklü olmasını isterler. Bütün o yürüyüşler, bağrını yırtarcasına bağırış çağırışlar, bayrak sallamalar, ekşiyip bozulmuş cinsellikten başka bir şey değildir. Gönlün ferah, keyfin yerindeyse, Büyük Birader'miş, Üç Yıllık Planmış, İki Dakikalık Nefretmiş, bütün o iğrençlikler neden kendinden geçirsin ki seni?"

Winston çok haklı diye geçirdi içinden. Sofuluk ile siyasal softalık arasında doğrudan ve yakın bir bağıntı vardı.  Parti'nin üyelerinde gerekli gördüğü korku, nefret ve çılgınca bağlılık, o güçlü içgüdü bastırılıp itici bir güç olarak kullanılmadan nasıl kıvamında tutulabilirdi ki? Parti, kendisi için tehlikeli bulduğu cinsellik güdüsünü kendi yararına yönlendirmişti.

-Bin Dokuz Yüz Seksen Dörtten.

Cehennemden Transhümanizme

-Şimdi sen cennete cehenneme inanmıyor musun?
İnsanlar sizin hakkınızdaki çıkarımlarını çoğunlukla bu soruya göre yapıyorlar. Ateist ayıracı bir yerde tabi.
Çoğu ahireti reddeden insan dünyanın bizzat kendisinin cehennem olduğuna inanıyor veya "cennet de cehennem de burası" diyor.
Şimdi cehennemin etimolojik kökenine bakmak şart oldu. Şuraya tıklayarak cehennemin neresi olduğunu görebilirsiniz israilde bir vadi. İbranice adı GeHinnom, GeHennom (g'ler c diye okunuyor) eskiden putperest İsrailliler tanrıları İlah Molek için çocuklarını burada alevlerin içine atarak kurban ederlermiş. Büyük bir ateş kurulurmuş ve sürekli yanması sağlanırmış bir nevi şenlikmiş bu olaylar İsrailliler için, giyinir süslenir gelirlermiş hatta yanlarında hediye olarak yağ getirirlermiş ki ateş sönmesin harlasın.
Bir İsrail kralı bu uygulamayı kaldırmış onun yerine birikmiş çöpler yakılmaya başlanmış cehennem vadisinde. Ancak toplum tarafından cenaze törenine layık görülmeyen günahkar insanların bedenleri de bu çöplüğe atılıp yakılırmış.
Belki de öldükten sonra yakılma ritüeli böyle başlamıştır. İlah Molek de bildiğimiz İslamdaki melek. Yahu İslamda da orjinal birşey yokmuş cehennemmiş melekmiş ibrahimin oğlunu kurban etmeye hazır olmasıymış hepsi zaten pagan inancında var.

Bazen diyorum ki bir cennet veya cehennem olacaksa o da bilinçaltımızdır. Rüyaları ele alalım kimileri baldan tatlıyken kimileri de öylesine korkunç ve gerçekçidir ki tüm günümüzü mahvedebilir. Bilinçaltının cilvesi işte.
Tabi benim gibi -dişi olmanın verdiği duygusallıkla engellenmediğim sürece- çoğu olguyu materyalist düşünen biri beyninin de toprağa gömüldüğünde mineralleşip ağaçta meyve olacağını bilir. Hepimiz zombi gibi beyin yiyoruzz!

Ama evrende ya da başka bir yerde bir resurrection makinesi olmadığından da emin olamayız. İnsan bedeni yaratmak o kadar zor olmamalı. Belki çeşitli evrenlerde birçok kopyamız var sonra da ölünce hafızamız reload oluyor birine. Belki de bundan önce ölen insanlar gerçekten yok oldu belki de bilmemkaç ışık yılı uzaklığında bir resurrection planette yeniden hayat buldular. Ruhun başka bir beden bulması değil dediğim yani beyinler arası data-sharing gibi birşey. Hani izlemişseniz Surrogates'te vardı veya Gamer'da. Gazetede yeni nesil telefonların touchscreen değil, kaba tabirle thinkscreen olduğunu okumuştum. Çok hayret verici değil mi?

Şimdi gelelim bilinçaltına niye cehennem dediğime;
Hafızamızda ne kadar kötü anı pişmanlık varsa hep onun yüküyle varolacağız. Kıssadan hisse iyilikler yapmalı, bize taşla gelene biz aşla gitmeli, herkese gülümsemeli ve otobüste yaşlılara yer vermeliyiz :P Of çok dandik oldu ya. O zaman şu an neden eski hayatlarımı hatırlamıyorum?? Şimdi hatırlamıyorsam başka bir yerde hortladığımda da şimdiki beni anımsamayacağım. Bir insanı "özgün birey" yapan şeyler hafızası, beyin yapısı ve görünüşüdür.
. A-aa Evreka! Diyelim ki ben 60 yaşında öldüm sonra 60 yaşındaki halim olan diğer bedene aktarıldım 3 sene sonra tekrar öldüm 63 yaşındaki bedenime aktarıldım fakat gittikçe yaşlanıyorum daha ne kadar yaşayabilirim? Ölümsüzlük denen şey bu olmamalı. Bu yüzden de yeni bebek vücudunda can buluyoruz.. Cık bu fikri de sevmedim hem işin içine ruh girdi şimdi reenkarnasyondan bahsetmiş oldum. Bu arada enkarnasyon ruhun vücut bulması anlamına geliyor. Yani aslında tüm semavi dinlerde reenkarnasyon kuralı var.

Şu an ciddileştim.
Bir döngü içindeyiz biliyorum hatta insan kendisinin tanrısı olmalı. İnsan tanrı olacak zekaya teknolojiye bilgiye beceriye sahip olduğunda kendi çocuklarını yaratmak isteyecektir. Hatta yaratmaya başladı bile evet evet robotlar! Günlük hayatımızda kullanımı yaygınlaştığında hepimiz önce küçümseyeceğiz smart androidleri. Sonuçta insanız biz ruhlarımız var onları kutsal tanrımız yarattı. Ama bizim duygularımız kaynağı nasıl kalbimiz değil beynimizse bu android yaratıkların da bizim gibi hisleri sezgileri olacağı kesin. Önceden insanlığa itaat etmeye programlansalar bile tıpkı bizler gibi evrim geçirecekler. Belki de isyan edecekler, biliyorum fantastik bilimkurguları tekrarlıyorum şu an ama dünyanın kaderinin bu olduğuna inanıyorum. Asıl can alıcı nokta; robotlar da insanın yarattığı bir canlı olduğundan yani insansı özellikler taşıdığından tanrılaşmak isteyecek tıpkı bizim gibi. Böylece insana en çok benzeyen yaratığı icat etmeye çalışıcak.
Diğer bir teori  belleklerimizi daha güzel vücutlu, hastalıklara karşı dayanaklı, doğurgan, uzun ömürlü cyborglara cylonlara aktarabileceğimiz. Buna transhümanizm diyorlar yani insanı daha üstün bir yaratık haline getirmek. Artık bunu insan robot ilişkisinin hangi evresinde gerçekleştirebiliriz görmeye benim ömrüm yeter mi merak ediyorum. Gerçi bu olay şu an mümkün olsa bile benim naçizane belleğimin ölmesini engellemek için kim girişimde bulunur o var :D Anca insan ırkı tükenmeye yüz tutarsa işte..

Bunu Okuyup da Anlayabilen Cennetlik

Fertile kelimesi tureng sözlüğe göre amerikan aksanında fördıl, ingiliz ve avustralyan aksanında förtayıl diye telaffuz ediliyor. Tamamdır anladık buraya kadar.
Fertilization kelimesi yine tureng sözlüğe göre amerikan ve avustralyan aksanında fördılayzeyşın, ingiliz aksanında förtılızeyşın diye telaffuz ediliyor.
En istikrarlı olan avusturalyan aksanını tebrik eder başarılarının devamını dilerim. Avustralyan kelimesini de şu an ben türettim. Ne deseydim avustralya aksanı avustralyalı aksanı?
Fakat kafam karışık şimdi ingiliz aksanında i'ler daha çok ay diye okunmaya meyilli. Niye fertile'ın i'sini ay diye fertilizationun i'sini i şeklinde okuyoruz? Yoksa bunların hepsi tureng sözlüğün bir oyunu mu?
Veyahut hecesine göre mi değişiyor ay diye mi i diye mi okuyacağımız? Bir filolog lazım belki de bana :(

Sabahları Günaydın Demekten Nefret Ederim

Her ademoğlu ve her havvakızı kendi ruhunu pür-i pak zanneder. Arada sırada kötü şeyler yaptığını fark etse de her zaman haklı bir sebebi vardır. Mesela hayat ona adil davranmamıştır, arkadaşlarından kazık yemiştir, sevgilisi tarafından aldatılmıştır veya toplumdan dışlanmıştır falan filan. Aslında özünde iyidir masumdur ama yaşam şartları onu bazı şeyleri yapmaya mecbur etmiştir. Bunların hepsi uyduruk bir savunma mekanizmasıdır. "Özünde iyi bir insan" martavallarını bir kenara bırakalım şayet özümüzü oluşturan bir şey varsa o da kesinlikle bencillik, dolayısıyla da kötülük.
Eğer ki kime göre kötü neye göre kötü diyecek olursanız;
Toplum zararına eylemlerde bulunan kişilere kötü deriz. Kötü kalpli. Ben hiç kendisini umusamayan kendi canını acıtan kişilerin kötü olarak nitelendirildiğini duymadım. Ancak acınası deriz sorunlu deriz psikopat deriz ama kötü dememiz için iki kişiye ihtiyaç vardır. Katil ve maktül.

Neden bilmiyorum ama diğer insanları daima bizden daha sinsi daha yapmacık ve daha  menfaat düşkünü buluyoruz. Biz hep maktülüz tabii.

Fakat ben ne kadar habis bir yaratılışlı bir ruh olduğumu biliyorum ve kabullendim. Tüm insanlar benim gibi olsa hayat yaşanılmaz hale gelirdi heralde.

Çirkinliklerden nefret ederim. Hem nesneler hem objeler için geçerli bu. Mesela otobüse binmek bu yüzden bir işkencedir benim için. Fiziksel zorluğu bir yana bir sürü insan yüzü ve vücudu incelemek zorunda kalıyorum. Bir sürü pis ya da kötü giyinmiş insan nereden geldiğini bilmediğim bir yaşama sevinciyle sokaklardalar. Bunu yazan da kendini dünyanın 8. harikasın zannetmiyor merak etmeyin. Bu tuhaf mükemmelliyetçilik sayesinde aynaya bakmaktan kaçtığım zamanlar oluyor veya dışarı çıkmak istemediğim..

 İnanılmaz derecede kindarım mesela çoğu zaman ailemi suçlarım mutsuz çocukluğum için, ellerinden o zamanlar bir şey gelmeyeceğini bildiğim halde.
Bir de lüzumsuz alınganlıklarım had safhada. Sanırım bunun altında hem "bana böyle davranamazsın" egosu hem de klasik sevdiği kadar sevilmeme korkusu var. Fakat bu duygusallık kinle birleşince kaçınılmaz bir intikam alma dürtüsü meydana getiriyor. Gereğinden fazla acımasız olabiliyorum. İhtiyacım geçtiğinde arkadaşlarından benim kadar kolay vazgeçebilen insan az. Vefasızlık dizboyu.

Bir ara çok garip takıntılar edindim mesela biri benimle iki defa konuştu ben onunla üç defa konuştum diye sinirlenir böyle saçma sapan şeylerin çetelesini tutar bir daha o kişiyle -benimle 5. defa konuşmadan- irtibata geçmezdim. Kimseyle ilk defa konuşan ben olmamak için de dikkat ederdim hala da ediyorum galiba. Ve şu an gerçekten menfaatim dışında kimseyle ilişki kurmuyorum.

Buraya kadar okuduk necis yaratılışıma dair aklıma gelen ilk örnekleri sundum tamam diğer bölüme geçelim:
-Kendimi kötü olarak nitelendirmekten zevk alma sebebim yaşadığım talihsiz arkadaşlıkları, hatırlamak istemediğim öğrencilik hayatını kendime mal etmeye çalışmam. Böylece ben insanlara iyi davranırken onların bana kötü davranmış olma lükslerini yok ediyorum. Herşey benim suçum benim düşüncesizliğim benim kendini beğenmişliğim bla bla tüm yük tüm sorumluluk bende olmalı. Ama hiçbir şey benim saflığımdan iyi niyetimden nezaketimden karşı tarafa olan mesnetsiz güvenimden kaynaklanmamalı. Haksızlığa uğradığımı düşünürsem midem yanıyor öfkeden kendimi dağlara taşlara vurasım geliyor içim yanıyor içim.
Diğerlerinin benimle ilgili olan fikirlerini fazla önemsememle mi başladı bu durum yoksa böyle olduğum için mi edilen her lafla kendimi sorguluyorum bilmiyorum. Bildiğim birşey varsa o da özgüvensiz insanların çevresindekileri bu derece kıçına takması. Gerçi şu aralar baya hafifledi söyleyenenlere göre kendimi yargılamam. Neyse.

Mükemmelliyetçilikle mi alakalı bilmiyorum ama kaç yaşımda olursam olayım geçmişimden nefret ediyorum gece uyuyamadığımda bana işkence eden pişmanlıklar keşkeler gırla..

Belki de gerçekten garabet gudubet hilkat garibesi bir şeyim. Belki de kendimi gereğinden fazla eleştiriyorum sanki insan olmaktan utanıyorum.

Basmakalıp Saçmalıklar-2

"Yaptığın ne olursa olsun en mükemmelini yap" vb türevleri laflar da basmakalıp saçmalıklardan biridir.
Kanımca mükemmelliyetçilik genetik bir özellik. Bende de fazlaca bulunmakta, annemin babası olan dedemden geçmiş olmalı. Dedem, en basitinden bir sofraya oturduğunda bile tabakları çekiştirir tuzlukların yerini değiştirir kendi zevkine göre ayarlardı masayı.
Aynı şekilde torunu olan bendeniz de kusursuzluk takıntısı içinde ve bundan muzdarip. Bir şeyi profesyonel olarak yapamayacağıma inanırsam o işe başlayamam.

Aynı zamanda bu mükemmelliyetlik arayışı aşırı kontrolcü olmaya da yol açıyor. İnsan ilişkilerinde, kişiden kişiye değişen roller belirlerim ve o çizgiden çıktığımı hissedersem rahatsız olurum.

Kötü göründüğümü düşündüğüm günler zorunlu olarak dışarı çıkmam gerektiğinde işkence çekerim. Kötü gözükmekten kasıt da iki tırnağımın kırılmış olması olabilir mesela.

Öğrencilik hayatım boyunca doğru düzgün defter tutamamışımdır çünkü el yazım çirkinleştiğinde silip tekrar yazıyorum silip tekrar yazıyorum,  ben beğenene dek tekrar edebilir birkaç sefer. Hep ders kitaplarının tepelerine kenarlarına not alırım.

Gardrobum mağaza raflarındaki kadar muntazam katlanıp yerleştirilmiştir. Bide nesneleri aklımda gruplandırmadan yerleştiremem. Bu çekmecede şu mevsimlik şu renk şu tarz şeyler olmalı.
İster ev dekorasyonu olsun ister kıyafet bütünlüğü, tarzlar renkler uymalıdır. Mesela bizim ısıtma sistemimiz mazotlu kaloriferdi. İşte doğalgaz daha ucuz diye ona geçildi ve heryerden boru fışkırdı! Kazan dairesinde yaşıyor gibi hissediyorum kendimi ruhum çürüyor ya böyle lanet garabet borular odamdan geçiyor bir de ya. Hani evin stili fütüristik falan birşey olsa borular gözüme batmayacak.

Gecekondulara bakınca acı çekeniniz var mı? Yok yok insanların hallerini düşündüğümden değil malesef, evler çok çirkin.Türkiyede gecekondulaşma 1949 yılından itibaren imar affı nedeniyle devamlı artmış. İmar affı dedikleri şey bir yapı ruhsatsız inşa edilmiş olsa bile imar planına uyuyorsa yıkılmaması. Böyle eğreti zevksiz devlet binalarını kazımak kaldırmak gelmiyor mu içinizden yahu yaşama sevinciniz azalmıyor mu? Devlet hastaneleri devlet okulları hep tekdüze hep boğucu.

Anadolu köylerinden de bu yüzden nefret ederim yarısı iğrenç betonarme, yaşamak için değil barınmak için yapılmış evler. Şöyle yapsanız ya ahşaptan minik ahşap folklorik evler?

İzmirde de güzelyalı semtinin ismini aldığı tarihi yalıları yıkıp ruhsuz kullanışsız birbirinin aynı iğrenç apartmanlar dikmişler. Neyin kafasını yaşıyormuş izin verenler bilmiyorum. Googleda araştırmaya çalıştım neyi kafasını yaşadıklarını fakat emlak ilanları çıktı daha çok.

Osmanlı yapılarına hayran kalıyorum gerçi barok, gotik, art nouveau mimarisi de muhteşem işte benim sevmediğim modern mimari sanırım.
Frank Lloyd Wrightın tasarladığı bir evim olsun isterdim ee 21. yüzyıldayız sonuçta.

Tam bir rambler oldum neyse işte mükemmele ulaşma arzusu hayatınızı zorlaştırır hatta karartır bazı bazı.

Basmakalıp Saçmalıklar

Tiksindiğim basmakalıp cümlelerin başlıcalarındandır "öldürmeyen acı güçlendirir". Nietzsche söylemiş evet zamanında yere göğe sığdıramadığım biriydi fakat diğer insanlarda da olduğu gibi tanıdıkça zaaflarını komplekslerini görüp söylemlerinin zayıf yanlarını bulunca hayranlığım sona erdi. Hakeza Freud da aynı.

Neyse konumuz şu; çektiğimiz sıkıntıların yediğimiz kazıkların bizi biz yaptığını düşünürüz. Külliyen savunma mekanizması! Sizi siz yapmak ne demek yahu? Bu kadar mı memnunsun karakterinden hafızandan hayatına girmiş çıkmış insanlardan?
Bir şey söyleyeyim mi öldürmeyen acı garipleştirir.
Nevrotik yapar
obsesif kompulsif yapar
distimik yapar
paranoyak yapar
şizofrenik yapar
Yapar da yapar yani.

Kötü anılarınızdan kurtulmak istemez miydiniz daha özgür olmak? Evet mi? A-aa ne ayıp cık cık sizi siz yapan şey o kimliğiniz..
Farkında mısınız bilmiyorum ama kötü tecrübelerimiz bizi çoğu şeyi denemekten alıkoyuyor daha önyargılı ve hatta nefret dolu çoğu zaman da temkinli yapıyor. Bize herhangi bir katkı sağladığına da inanmıyorum. Kanıtı hepimizin çocukken daha mutlu olması.  En az hayal kırıklığı en az kin demek çocukluk..
Ben deneyimlerim itibariyle anti-hümanist, bencil bir garabet olup çıktım sanırım. Karamsarlığım ve şüpheciliğim, her yabancı insan ve her yeni durum için daimi hale geldi.  Şu hafıza sildirme olayı çok iyi baya iyi.
Holden Caulfield gibi algıladığım herşeye karşı bir doyumsuzluk içindeyim

Diyeceğim o ki hepimizin başından kötü olaylar geçiyor bunları bir kenara bırakarak yaşamaya devam etmemiz gerekiyor evet de böyle uyduruk savunma mekanizmalarına o kadar kaptırıp hayatın sırrını çözmüş gibi yok acıyla şekilleniriz olgunlaşırız bık bık beylik laflar etmeyelim. Bunun ilerlemiş hali kendini çilehaneye falan kapatmaktır. Bazı insanlar acı çekerek tanrıya ulaşacaklarını düşünürler yok nefis köreltmekmiş yok perdeleri indirmekmiş vs vs.

Benim bildiğim çileyse çıplak gerçekleri örtmemekle çekilir. 

Benga

Geçen yüzyılın başlarından New York Hayvanat Bahçesinin müdürü orangutan ve papağanla birlikte Benga adında cüce bir afrikalıyı da kafese yerleştirmiş. Benga bir hayvanat bahçesinde sergilenen ilk insan olmuş.
Kilise, Benga için ortalığı ayağa kaldırmış. Ama onu kafesinden kurtarmak için falan değil. Dertleri hayvanat bahçesine akın akın giden müminlerin bu afrikalı cüce ile kıllı kuzenlerimiz arasında kuracağı benzerlik nedeniyle Darwinin kuramlarının bir kez daha kanıtlanmış olacağından korkmaları.
Nihayet serbest bırakılan Benga son yıllarını bir tütün fabrikasında işçi olarak geçirmiş. İçine düştüğü depresyondan kurtulamayıp bir gün kafasına kurşun sıkana kadar.

Devletle Ölmek Devletle Öldürmek

Hastayım. Kendimden geçmiş şuurumu kaybetmişim. İhtimal yok geri dönmeme. Veya varsa da şu saatten sonra istemiyorum. Beni bana rağmen ilaçlarla makinelerle zorla hayatta tutuyorlar hastanelerde.
Beni iyi etmekten, sağlığıma kavuşturmaktan değil. hasta tutmaktan para kazanıyorlar. İlaç firmaları, yoğun bakım makineleri imalatçıları ve dilim varmıyor söylemeye ama doktorlar, ecza firmalarıyla anlaşmalı doktorlar..
Hapishanelerde ölüm cezası infaz edildiğinde raporlarını "öldü" diye imza atan doktorlar. Onlar ki infazda hazır bulunmasalar infazlar yasal olarak gerçekleşemeyecek. Onlar yaşamak isteyenin öldürülmesinin işbirlikçileri. Onlar yaşamak istemeyen, yaşayacak hali kalmayanları. kendilerine rağmen zorla yaşatanlar...

Kimliğimi Kaybettim Hükümsüzdürden.

Önceki Hayatımda Tembel Hayvan Olduğum Söyleniyor

Tembel olduğum için mi depresifim yoksa depresif olduğum için mi tembelim? Düşünüyorum bazen bir hobi edineyim falan diye ama bir kursa falan yazılma hayali bile beni fazlasıyla yoruyor. Okula gideceğim zamanlar sabah erken kalktığımda o günkü yapılması gerekenleri kafamdan geçirip bıkıyorum tüm derslerimden, teneffüslerimden, öğle arasında ne yiyeceğimden ,çıkışta gideceğim yerlerden randevularımdan..

Şimdilik arabam yok diye herşeyi erteliyorum fakat arabam olunca park etmeye bile üşeneceğim biliyorum ben kendimi. Memur emeklisi gibi oldum bugünlerde tüm ümidim çekilişin birinden araba çıkması. Hani derler ya hissettiğin yaştasındır diye ben bir 50 çekerim rahat.. Babannem bile benden hareketli zaten sürekli orasını burasını kırıyor kadın tezcanlılığından.

Burak gelsin hep evde takılalım istiyorum veya ben onlarda kalıyım ama onun için de şimdi dışarı çık yürü taksi bul bin falan çok uzun işler bunlar.. En iyisi o bizdeyken oyalanalım tüm gün. Valla beni en mutlu eden aktivite bu.

En büyük hayalim güneş görmeyen bir evde (bilirsin ışıktan nefret ederim) kocaman ve konforlu bir yatakta (günümün %65i burada geçiyor) yemeklerimizin ayağımıza geldiği bir evde  inzivaya çekilmemiz.

Gerçi arada bir dışarı çıkıp kıyafet, kitap, cep telefonu kılıfı falan göresim geliyor -bak insan demiyorum-.

Geçenlerde biri en büyük hayalin ne diye sordu. Ben de kaldım öyle şey gibi ne desemm ne desemm coca colanın ceosu olmak? Keşfedilip film starı olmak? Rumeli Hisarında konser vermek? O yalı benim şu villa senin havada uçuşan bmwler zengin olmak? Sonunda kendimi toparlayıp kitap yazmak dedim. İstemiyorum da değil aslında uzanır yatağıma alırım laptopumu yazarım yani. Laptopın arasındaki kırıntılarla da bir afrika kabilesi doyar bu arada. Ayrıca yatağın geniş ve sert olanını karyolanın-bazanın da yüksek olanını severim şimdilik diyeceklerim bu kadar.
Hı bir de Battle Star Galactica çok güzel izleyin izlettirin.

Kafam güzelken yazsam yazı da güzel olur mu?

Sanırım titanici izleyip de ağlamayan tek disi canliyim saka maka o tahta parçasına iki kisi tutunmayı bile denemediler. Neydi kızın adı heh rose insan ölür be vicdan azabından hep o tahta parçasına ikisinin de sigma ihtimalini düşünür pişman olur intihar eder, afrikali cocugun ölmesini bekleyen akbabanin fotografini cekip intihar eden adam gibi.

Benim mi ask anlayışım farklı yani asik oldugun deli gibi sevdiğin biri icin daha fazla mücadele etmez misin ya da o öldükten sonra bu kadar hayata tutunmaya çalışmak? Neyse belki de yasama hırsım pek olmadıgı icin bana bu kadar kolay geliyor. (O ölürse ben de ölürüm'ün felsefe bulaştırılmış hali çaktırma.) Ama ölesiye sevmek diye de bir deyim var mesela.
Arabesk değilim Werther de öyle işte.(Goethenin Acıları) .
2-3 ay çıkanlardan bahsetmiyoruz burada ya da fuck buddylerden..
Her şeyini paylaşıyorsun be zaafların zihnin bedenin.. Hatta ve hatta ezikliklerin ve komplekslerin. Salinger bile birisine bir şey anlatınca çok özlüyor peki bu kadar şey paylaştığın insan nolcak?

Empati yapıyorum da rosela;
Ben olsam -allahım su buz gibi çok soğuk çenem titriyorrr (cehennem kadar sıcak suda yıkanan ben şu an soğuğu hissetmekte aciz kaldım yalnız) leonardonun öldüğünü fark ettigimde atın beni okyanuslara yani. Adamın adını da hatırlamıyorum çocukken izlemiştim -Jack miydi ki ?- zaten simdi 3dlisi çıktı ya oradan aklıma geldi. Ben benimkini roseun leonardoyu sevdiğinden daha çok seviyorum bu bir kesin.  Hem gemide tanismislardi zaten ohoo o kadarcik zamanda o kadarcik sevebilmis demek kızımız ki o tahta parçasına bencilce yapisiyor. Öhm buldumcuk gibi yazdım ya.

Bu arada how i met your motherdaki lilly ve barney arasında gecen dialoglar da çok itici geliyor. Barney herkese yavşasın her şeyi yapsın ama lillynin göğüsleri diye tutturmasın. Yani benim gözümde lillyle marshallin beraberliklerinin ayrı bir yeri vardı ama lilly bir bölümde başkasıyla opustu resmen dünya basıma yıkıldı dalga geçmiyorum valla. Zaten lillynin hamile hamile sergiledigi biseksuel eğilimler de hoşuma gitmiyor resmen robine sulanıyor yahu kaç bölümdur? Iyy bir de en yakın arkadasi. Marshalla da threesome yapalım mı demis ama o kabul etmemis ayrica youtubeda barney lilly marshall sevisme sahnesi gibi birsey var diziden sogudum. İnsanlara çok mu komik geliyor? Amerikan ahlaksızlığına karşı "Amish Attitude" gördüm kendimi şu an :D

Mesele ask ve iliskilere gelince tutucuymuşum ben yahu. Open relationship de ne demekmiş? Gerçi isteyen yapsın aman yoğunsa karşısındakine zaten böyle şeylere ihtiyaç hissetmez. İnsanın poligamik bir yaratık olduğunu bu noktada reddediyorum. Freud seni severim saygı duyarım ama bazı noktalarda istisnaları da hesaba katman gerekiyordu sanki bir ara konuşsak bunu? İnsanların tatmin mekanizmalarının farklı olduğunu ama çoğu standart insanın bu tatmini cinsellikten sağladığını?

Hi bir de bebekler.. Zaafım var resmen zaten prolaktin miydi ne bir hormonum yüksek elimdeki verilere göre ve bu beni anac bir hale getiriyor. Bulsam cocuk doğurup çöpe atanları evirip çevirip dovucem deli oluyorum. Çocukken de böyle haberleri duyunca odama kacip hep ağlıyordum ya hala da gözlerim yaşarir. Hoş sebebi ne olursa olsun TV'de ağlayan biri gördüğümde benim de gözlerim doluyor hemen. Çok fazla empati yapıyorum ayna nöronlarım çok fazla çalışıyor dolayısıyla çok kisisellestiriyorum. İste bebekler dısında tüm insanlara kinli ama gözyaşı gördüğünde de istinasız ağlayan tuhaf bir insanim. Öyle.

Sanatın Kökü Sanmak mı?

Kusursuz çıplak kadın fotoğrafı çekmekle insanlar sanatçı olmasın ya. Zaten sanatsal olan güzel vücudun estetiğidir. Sen yeni birşey yaratmıyorsun yani.
Fotoğraf resim kadar emek isteyen birşey değil makine işi kolaylaştırıyor. Üstüne üstlük bir de fotoğrafladığın nesne kendiliğinden çekiciyse... Fotoğrafçılık da bir sanattır evet ışıklar gölgeler bakış açıları duyguları yakalamak falan falan da mükemmel vücut fotoğrafı çekmek sanat mıdır yani?
Seyretmekten incelemekten zevk aldığın şeyler de sanata dahildir ama ımm o zaman.. E o zaman mankenlik ajansı kataloglarına bakalım hem internette silikonlu göğüs fotoğraflarından daha bol ne var?
Henri Cartier Bressonun çektiklerine bakarken kafamdan geçen serbest çağrışımlar bunlar. Mesela  Şu fotoğrafta cinsellikten başka birşey geliyor mu aklınıza yani? Ya da model bulduğumuz sürece şunu hangimiz clickleyemeyiz?
Bahsettiğim sanatçı da çok saygı duyulası biri harika işler çıkarmış bakış açısı kazanmak adına bir sürü şey deneyimlemiş zaten eğitimi de o doğrultuda. Fakat fotoğraflarına bakıp da  aralarında bunları görünce ama niye diye sormadan edemedim. Diğer güzelim çalışmalarının yanında direkt gözüme battılar.
Reklam fotoğrafçılığı bir sanat mıdır peki moda çekimleri? Bu ürün pazarlama amacıyla insanları olduklarından güzel göstermeye çalışma sanatı mıdır yani? Bu benim hep karşı olduğum bir durum; "insanları olduklarından daha üstün yapma çabası". Hakeza dinler de kişisel gelişim kitapları da insanı zihni ruhi olarak ulvi bir varlık gibi sunar bizlere. Kat kat boyanıp giydirilip süslenen sonrasında da rötuşlanan birer melaike haline dönüştürülen kadınlar/erkekler de aynı şekilde doğal insandan uzaktır sanki kendi başlarına ayrı birer fanusta yaşarlar.
Neyse nereden nereye geldim ama bir sanatçının işi -özellikle medya tarafından dayatılan- güzellik normlarına birebir uyan kadın fotoğrafı çekmek olmamalı değil mi? Kendine has bir güzellik estetik anlayışı oluşturmalı. Yatakta geceliğinin altına giydiği siyah ince külotlu çoraplarıyla önünde kitabı ve kahvesiyle çok yapmacık geliyor bu kadın.
Renkli olunca pornografik siyah beyaz olunca sanatsal ha? Buradan nuditye karşı olduğum falan çıkarılmasın da. Çok hoş olanlar da var tık veya tık. Düşünmeye sevk ediyor işte bunlar thought-provoking. Veya bir duygu oluşuyor gördüğünde hayal kurmaya, hissetmeye başlıyorsun.
Son olarak da sanatçılar ilahlaştırılmamalı tartışma cüreti gösterilebilmeli diye açıklama vardı bir fotoğraf sitesinde çok sevdim. Öyle işte.

Ehm

Acı çekmeyince ya da sinirlenmeyince bir halt yazamıyorum. Amaan boşver modu diye de birşey var. Şu an tek derdim heyecanlanmadan ingilizce konuşabilmek ha bir de arabam olsa fena olmaz hani. Sevilmek çok güzel bir şey ya hayatı yaşanabilir kılıyor.

Oje Hiyerarşisi

Eskiden oje sürmek yüksek statü simgesiymiş kadınlar arasında.
Verdiği mesaj da "çamaşır bulaşık yıkamam yemek yapmam ellerimi sıcak sudan soğuk suya sokmam zenginim sosyetiğim ben"miş.
E tabi haliyle gün içerisinde ellerini çok kullanan kadınların ojeleri siliniyor tırnağın kenarlarındaki kısımlar dökülüyor vs bakımsızlık göstergesi gibi.

Bir Fakir Hastalığı Olarak Obezite

Daha önce de ingilizce derslerimizin arada sırada genel kültür saatlerine dönüştüğünü söylemiştim. Writing'de en son işlediğimiz konu obeziteydi.
Nedense hepimiz obeziteyi bir zengin hastalığı olarak biliyoruz. "Amerikalı zengin pislikler sırf zevk için her önüne geleni yiyor, afrikadaki çocukların rızkından çalarak durmadan tıkınıyor ve şiştikçe şişiyorlar oh olsun onlara!" şeklinde bilinçsize yorum yapabiliyoruz bazen.
Sonra afrikalı bir deri bir kemik kalmış çocuk yanında da hamburger yiyen obez çocuk slaytları dönüyor ortalarda. adeletin bu mu dünya gibisinden..
Tabi ki dünyanın bir adelet sistemi falan yok güçlü olan kazanıyor ve hepimiz afrikadaki yoksul aç insanlar için aklımıza geldikçe üzülüyoruz lakin obezite zenginlikten ziyade fakirlikten kaynaklana bir hastalıkmış amerikada..
Evet durum türkiyede daha farklı çünkü burada sebze meyve fiyatları uygun eh deniz ürünlerininki de o kadar astronomik değil. Ve de hemen hemen her yerde marketler var, semt pazarları da ulaşılabilinir durumda. Fakat amerikada yoksul çocuklarin paraları fast fooda yetiyor ve öğle aralarında böyle şeyler yiyorlar. Ayrıca maddi durumu kötü olanlar spor yapabilme gibi bir ihtimal bulunmayan güvenlik açısından tehlikeli semtlerde yaşıyorlar.
Hatta böyle yerlerde çok çok az süpermarket bulunuyormuş. Bu nedenle en son fakir semtlerde süpermarket sayısını arttırmak için bilmemkaç milyon dolarlık girişim başlatılmış vs vs.
Bir de devlet mısır üretimi yapan çiftçileri destekliyormuş bu mısırlar da abur cubur dediğimiz junk foodların imalatında kullanılıyormuş.
Gel gör ki insanlar hala amerikadaki obezite haberlerine şöyle yorumlar yapıyor. Rabbleri onlara akıl fikir ihsan etsin ne diyelim :P

Hic

Su hayatta benim icin en cazip sey aci çekmeden ve öleceğimin farkında olmadan ölmek.
Saat gecenin 03:47 si ve midem acayip yanıyor. Simdi mide kanaması geçirip ölsem ne guzel olur. Valla yasamak konusunda hic hırslı degilim yani. Bir de insanlar 100 yasina ulasmanin falan sırlarını araştırıyorlar. Tövbe yarabbim(bari biri dinliyor olsa) ben insan degil miyim yoksa insanlığın dibinde miyim? Bir de moralim bozulunca kusmak gibi garip bir huyum var, normal ortalama bir insan ağlar mesela midesindekiler de kendine kalır kan olur can olur. B12 vitaminini almadigim surece kansizim et de yiyemiyorum artık. Bak bugun balık yedim midem ne halde goruyormusun? Ama bazı filozofların da boyle mide sorunları vardi degil mı? Artık bu neyin tesellisiyse?
Daha az sinirli ve daha az kompleksli bir insan olsam hayat bana guzeldi. Lanet olsun ben de moda bloggerlari kadar ozguvenli ve yasama sevinci dolu bir insan olmak istiyorum..
Aylardan sonra da ilk defa boyle depresif yazdım. Kronik kendinden nefret etme nöbetleri evet.

Solarisss

Her bilim birtakım sözde bilimlere can verir, garip tali yollar arayan ayrıksı kafaları esinlendirir.  Astronominin gülünç taklitçileri astrolojide boy vermiş. Kimyadakiler simyada.
(Şu alıntıyı yazmazsam çok içimde kalacaktı.)
Bu aralar malum kendimi kitap okumaya verdim (evde inzivaya çekilip kitap okuma film izleme partyleri). En son okuduğum kitap da Solaristi. Nedir peki bu Solaris Stanislaw Lem neyi anlatıyor?
Solaris adında bir gezegene yapılan uzay yolculuğunu ve gezegenin gizemli, okyanusa benzer yapısının insanlar tarafından tanımlanma çabalarını anlatıyor. Bu esnada geçen zaman ise aslında  insan beyninin kuytu köşelerine ulaşan analizin yansımasıdır.
Okyanus, kendi üzerinde çalışan görevlilerin belleklerinde geriye itilmiş kişileri cisimleştirerek karşılarına çıkarır. Bildiğin kanlı canlı hem de. Yıllar önce psikiyatrist Kris'in kendisini terk etmesi üzerine yaşamına son veren, unutulamayan eski sevgili Rheya, psikiyatristimizin bilinçdışındaki en büyük patojenidir.
Cris Solaris'te çalıştığı süre içinde beklenmedik bir biçimde geri dönen Rheya'yla ne yapacağını bilemez. Rheya tıpkı anılardaki gibi çok güzeldir mimikleri tıpatıp aynıdır ve ses tonu hiç değişmemiştir.. Tek farkıysa ölümsüz olmasıdır!

Freud'dan ve Jung'dan alınmış psikolojik kuramlar yerleştirilmiş romanın içine. Tabi bu kısımda bir iç hesaplaşma yaşıyor insan. Acaba benim vicdan patojenim kim? Geçmişte bıraktığım hangi kişiyle yaşamak zorunda kalsam bu katlanılmaz olurdu? Bilinçaltımın en derinlerinde ne iğrençlikler yatıyor? Ve geçmişimle vicdanımla yüzleşmek zorunda kalsam kimler hortlayıp da karşıma dikilecek? vs vs soğuk terler dökebilirsiniz.

Bunun dışında bahsettiğim okyanusun canlı, evrimini tamamlamış üstüne üstlük aklı fikri olan hatta insandan da zeki bir yaratık olduğu düşünülüp onunla iletişim kurulmaya çalışılıyor. Ezberbozan bir uzaylı tasviri değil mi?
Yıllardır hayal ettiğimizin tersine yeşil, koca kafalı veya lazer tabancalı değiller!
Biz şayet uzayda gelişmiş canlı organizmalar varsa bize benzerler diye düşünüyoruz. Görebilen işitebilen koklayabilen tadabilen dokunabilen tek beyinli çevrenin şartlarına bağlı olarak evrimleşebilen zamanla gelişip uygarlık kurabilen şeyler olarak tasvir ediyoruz onları kendi kafamızda. Oysa bu okyanusumsu yaratık etrafında hareket edeceği yörüngeleri bile kendi belirliyor evet çift yörüngeli. Kitapta bir kırmızı bir de mavi güneşten bahsediliyor.

İşte neyse insancıklar bu devasa yaratığımızla diyalog halinde olmak için yıllar yılı epey kafa patlatıyorlar sinyaller mi göndermiyorlar ışınlar mı yağdırmıyorlar fakat nafile..
Okyanusu keşfetmek uğruna bazı astronotlar fizyologlar biyologlar matematikçiler elektrik elektronik mühendisleri falan heba oluyor efendime söyleyeyim kimisi kayboluyor kimisi gaz zehirlenmesi geçiriyor kimisi için akli dengesini kaybetti deniliyor işinden alınıyor vs vs. Anlayacağınız gezegen uğursuz!
Kimileri de böyle düşünüp atom bombası nükleer silah bir şekilde yok edelim burayı diyorlar nefret ediyorlar Solaristen illallah geliyor. Ama bunu insanlığın yenilgisi vazgeçisi olarak görenler de var ve kimse açık açık mağlubiyeti kabul etmek istemediği için okyanusu yok etmek adına bir şey de yapamıyorlar.
Sonracığıma insanoğlu bu ağzı torba değil ki büzesin misali çeşitli söylentiler ortaya çıkıyor kuramlar oluşuyor. Solaris acaba tanrı mı? Dırınınıımmm!
Yani netice itibariyle ufuk açıcı bir felsefi bilimkurgu kitabıdır kendileri ve Tarkovski yönetmenliğinde sinemaya aktarılmışlığı da vardır. Hoş Lemin bu uyarlamayı sevmediği söyleniyor fakat hep aynı memnuniyetsizlik durumu var bu yazarlar ve yönetmenler arasında.

Son olarak bir bilim kurgu eserine yakışacak kadar çok bilimsel veri var içeriğinde. Kendimi yetersiz hissettim ister fizik kimya ister matematik coğrafya yönünden olsun. Bir de kitap eski basımdı ve her yer öztürkçe kelime kaynıyordu (biliyorsunuz bu duruma aşırı gıcığım). Arada onları çevirmeye çalıştım kitabın akıcılığı mahvoldu çevirmeyeyim dedim yarısını anlamayarak sayfayı geçtim falan hoş olmadı. Gerçi oradaki tüm terimleri anlayabilmek için fen fakültesinden mezun olmak lazım zira baktım Lem de tıp okumuş elektrik teknisyenliği yapmış otomotiv sektöründe çalışmış hatta kaynakçılık bile yapmış. Böylesine bilgili insanlara da saygı duymamak imkansız..

Neslimiz Tükeniyor

Facebook hesabı olmayan sadece 3 insan tanıyorum;
Birincisi ben.
İkincisi sevgilim.
Üçüncüsü de kızın biri okuldan..

Açıklama

Şimdi twitterdaki Pink Freudla karıştırılıyorum bunu hepimiz biliyoruz. Bu blogu açarken amacım da onun fake'i olmak ya da izleyicisini çalmak değildi.
Blogun adresini 1,5 yılı geçkin zaman önce almıştım o zamanlar diğer Pink Freud bu kadar popüler değildi ya da öyleydi ama ben tanımıyordum çünkü sosyal medyayla ilk bağlantım bu blog aracılığıyla oldu.
Pink Freud ismini nereden bulduğumu soracak olursanız picsy.com mu ne öyle bir resim-fotoğraf sitesi vardı orada benim şu an sol köşemde, ilk resim olan pink freud yazan Freud portresini görüp çok sevmiştim. Pink Freud tamlaması bana çok dahiyane gelmişti. Freud modern psikolojinin babası ve Pink Floyd da pychedelic rock progressive rock yapan bi grup.. E süper!
Sonra bir de wikipediaye falan bakmıştım pink freud yazıp Polish Jazz Groups çıkmıştı karşıma. Ayrıca pinkfreud.blogspot.com diye url yazmıştım kayde değer birşey bulamamıştım falan.
Zaten twitterım yoktu oradan aratamazdım böylece blog ve profil ismim olarak bu tamlama gayet şahane olmuştu!
Fakat baktım ki -doğal olarak- diğer Pink Freudla karıştırılıyorum bloga başka isim veriyim dedim aylar önce.. Lakin aklıma hiçbir şey gelmiyor. Yani blogun dizaynında bilerek pembe renk kullandım sonra yüzlerce kez Sigmund Freud'u sevdiğimi çok saygı duyduğımu anlatmışımdır. Kendimce Freud'la ilgili bir sıfat yaratıcı bir ad koymam gerekiyordu ama bulamadım.
Bu aralar okula gitmediğimden boş vaktim çok oluyor. Ben de ne var bu twitterda herkesin dilinde diye bir merakla girdim oraya da. Girmeden önce de düşünüyorum gerçek ismimle girmek istemiyorum. Napsam adımı napsamm? Blogla aynı olsun isterdim ama Pink Freud zaten var. İşte Buraka soruyorum falan nevrotikli bir şeyler olsun benim kişiliğimi yansıtsın diye komiklik yaparken nevrotik kelebek geldi aklıma. Evet tamam harika nevrotik bir genç kız için en uygun isim!
Neyse twittera nevrotik kelebek ismiyle girdikten sonra eh blogla aynı olsun blogun adını da değiştireyim dedim.
Ama profil ismimi değiştirince bile bu sefer "benim  twitterdaki Pink Freud olmadığımı bilip de öyle okuyan insanlar" beni tanımıyor. Zaten ben de alıştım ne zamandır aynı nick. Zaten başka birşey de içime sinmiyor.
Hem banane Pink Freud nickini en çok hak eden benim!
O sebepledir ki herşey aynı kalacak..

Kitap Tavsiyesi Olan?

Postmodernist olmayan hatta herhangi karamsar bir felsefi içeriği de bulunmayan bir roman okumak istiyorum. Edebi olmasına gerek yok sürükleyici olsun.
Ama içeriği sadece basitçe aşk olmasın.
Sonracığıma genelkültür dünya tarihi babında bilgi de verebilir ama tamamen informatif olmasın.
En son okuduğum roman Aylak Adam en son okuduğum kitap Kamu Hukuku-Devletin Temel Doktrinleri (sadece 100 sayfa okumama rağmen) olduğundan mıdır nedir böyle bir istek oluştu bende.
Evet farkındayım çok fazla şey talep ettim fakat kitap tavsiyesi olan???